Pazartesi, Eylül 29, 2008

deniz kadar uzak, gök kadar yakınsın bana


ne kadar uzaksın bana???
gözlerim göremiyor ne kadar uğraşsalar da
okşamak istiyorum ama ne fayda
kokunu almak için soluyorum derin derin.
belki sesinden bir ezgi gelir kulağıma,
dört açıyorum kulaklarımı ama.....
gözlerinin rengini arıyorum her baktığım yerde,
bakışlarından bir parça belki
belki bulurum birilerinde
belki ellerin olur dokunduğum ne varsa etrafımda
rüzgara eşlik eden saçlarındır belki o an karşımda
güneşe saklanmıştır belki gülüşün
sıcacık, ışıl ışıl...
sensindir belki günüm
her yeni günde "sana" uyanıyorumdur belki
belki
bilemem ki...

Cuma, Eylül 26, 2008

bir şeyler değişti bende ama ne bilemiyorum




sanırım son birkaç yılda yaşadıklarım bana çok şey kattı.

pek çok sevdiğimi kaybettim ancak özellikle Uğur'umun ölümünden ve Burcu'mun öldürülmesinden sonra içimde bir şeyler çoğaldı ve akıtıp, boşaltmazsam taşacaklar.

sanki şeffaflaştım, saydamım.
sanki hissedilmiyorum
dokunulamıyorum
sanki içimden geçip gidiyor insanlar.
o kadar garip bir his ki bu,
ne gülünesi ne ağlanılası.
hem boşvermişlik var içinde
hem de fazlasıyla önemsemek.
sanki yüz yıllardır varım bu dünyada
herkesten daha iyi tanıyorum onu.
huzursuzluk veren bir his değil bu
tam tersi...
tam tersi bir his
o kadar büyük bir güç var ki içimde
o kadar büyük bir cesaret
bilgelik...
öyle içlerinden görüyorum ki şimdi herkesi,
sanki herkes minicik etrafımda.
sanki herkes "hiç".

Çarşamba, Eylül 24, 2008

Canım Burcu'm, "dört satır üstüne bir başlık"mışsın meğer :'(


"Eski sevgilisinin kızını öldürdü
İstanbul Üsküdar'da M. Aydın Şerefoğlu (40), ayrıldığı sevgilisinin kızı Burcu Minaz'ı satırla öldürdü. Eski sevgilisiyle konuşmak üzere evine gitmeye çalışan Şerefoğlu, yolda kadının kızı Burcu Minaz ile karşılaştı. Çıkan tartışmada, Şerefoğlu'nun 4-5 yerinden yaraladığı Minaz kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Kaçan zanlı daha sonra yakalandı.
Yalçın BEL/SABAH "

Salı, Eylül 23, 2008

Burcu'ma... canım öğrencime... haylaz kızıma. huzur içinde yat :'(

canım
yaramazım
dersine girceğim zaman hep düşünürdüm "Burcu yine neler yapacak bana" diye
hiç susmazdın ki bıcır bıcır konuşup dururdun.
her söylediğime bir cevabın vardı. ve bilirdim ki arkamı döner dönmez ben, tahtaya birşeyler yazarken, sen yine başlayacaksın fısır fısır...
Evvelsi gün konuştuk seninle. "hocam yılbaşına gelelim Moskova'ya" dedin.
"gelin" dedim
"gelin!"
oysa az önce aldım haberini.
pis bir el almış seni bu dünyadan.
arkadaşların aradılar az önce Burcu'm.
ta buralara gelip, yaktı içimi.
gencecik bir cana kıymış bir cani
bir vahşi...
lanet ediyorum ona
huzur içinde yat Burcu'm
ve senin huzurun kadar canı yansın o vahşinin
o pisliğin
o......
ve ben o kadar uzaktayım ki,
"dünyaya vedana" bile gelemiyorum Burcu'm.
diyecek tek söz, yazacak tek kelime bulamıyorum.
çok ama çok üzgünüm.
rahat uyu bi'tanem.
seni çok seviyorum.
off Burcu, içimi yaktın :'(

SENden sonram yok ki benim..."hep"tin ve "hep"sin! "tek"sin!


"aşk" olmaz senden sonra
istenmez
özlenmez
ağlamaz kimseye gözlerim
gülemezler de
sana baktıkları gibi bakamazlar...
kalp çarpmaz senden sonra
ses olmaz
çiçek kokmaz senden sonra
masmavi olmaz gök, senden sonra
güneş ısıtmaz
kar dondurmaz
gün doğmaz senden sonra
gece olmaz
"aşk" olmaz senden sonra
"hayat" da...
nefes kalmaz,solunmaz senden sonra
umut olmaz
hayal kurulmaz senden sonra
senden sonra aşk,
senden sonra "ben" kalmaz
"ben" olmaz, senden sonra...

Neydi?


Ne aklının erdiği kadar büyüktü gövdesi,
Ne de gözünün gördüğü kadar küçük.
Ne her biri gövdesinden büyük yağmur damlaları temizleyebilirdi onu,
Ne de Dünyanın bütün tellakları.
Ne o günahlarını işlemeden önceye dönebilirdi,
Ne de günahları boyunu geçebilirdi.
Ne ardına kadar açılan kapı cennetti,
Ne de kapının önündeydi.
Neydi?
(Erkan Çelikol)

Cuma, Eylül 19, 2008

öyle ki...


Öyle sarhoş olsam ki
Bir an seni unutsam
Unutsam o günleri
Yarınları unutsam
Öyle sarhoş olsam ki
Bir daha ayılmasam
Her şey bir rüya olsa
Unutarak uyansam
Seni gördüğüm günü
Sevdiğimi unutsam
Bir başka dünya bulsam
İçinde sen olmasan
(Tanju Okan)

Çarşamba, Eylül 17, 2008

heh bu da oldu tam oldu :s



bugün -polonyalı, koreli ve türk- üç arkadaşımla Amerikan konsolosluğunun Uluslararası Kadınlar Derneğine üye olduk.

çeşitli kurslar, etkinlikler var.

e hadi kaydolmuşken bir kaç tane seçelim de aktifleşelim dedik.

gözüme ilk fotoğrafçılık kulübü takıldı. beynimden bir yandan iyi bir fotoğraf makinesi almalıyımı geçirirken, diğer yandan da diğer etkinliklere, kurslara göz atıyordum.

Sujin (Koreli) hemen yemek kurslarına atıldı. çeşitli takılar, resim, çiçek vs bir ton kurs var, karar veremiyoruz -ki zaten el işleriyle aram pek iyi değil ben onları pas geçiyorum.

Şarap tadımcılığı, müze gezmeleri, dünya edebiyatı, ispanyolca, vs benim gözüm onlarda.

birden karşımda çok hoş hintli bir bayanla gözgöze geldim. önünde durduğu standa baktım "geleneksel hint dansları, Bollywood" yazıyordu. o an şaka olsun diye arkadaşlarıma dönüp, "heh aradığım kursu buldum" dedim. dedim demesine ama ciddiye alacakları hiç aklıma gelmemişti. Nikki ile Sujin hemen koşup kaydoldular ve Banu'yla bana dönüp "e hadi sizin yüzünüzden kaydolduk, gelsenize" dediler :s

çaresizce gidip biz de kaydolduk.

haftaya başlıyor :s

aman Allahım artık "hint dans"ı şeediicem :s

ee şimdilik Bollywood effennim zamanla Hollywood'a terfi edeceğiz zannımca :P

ooof offff



eskiden hep gülerdim sarhoş olduğumda

oysa şimdi, fark ettim ki;

ne zaman içsem

ağlıyorum hıçkıra hıçkıra.

Salı, Eylül 16, 2008

şşişşt sevdiceğim...!



buraya geeeel... gel kaçmaaaaa...
seni çok seviyorummm naapiiim?
yaklaş
yaklaş biraz daha
yahu gel bi hele
hehhhh
mucuk!!! muah!!! şlopf!!!
ohhh!!!

Pazartesi, Eylül 15, 2008

"olmaz olmaz deme hiçç, olmaz, olmaz lalalaaaa..."

hani "yer yarılsaydı da içine girseydim" denilen zamanları vardır ya insanların,
heh benim de oldu tabi bu söze layık bolca zamanım
ama çoğunda ben herkesten çok güldüm halime sanırım.
yaklaşık 7 yıl önceydi,
Kadıköy'den Üsküdar dolmuşuna bindim. sessiz sedasız radyodaki parçaları dinleye dinleye ilerliyorduk.
ortak kaderi paylaşan 8 yolcu olarak kimse kimseyi, ben kimseyi, kimse beni, kimse birbirini tanımıyordu.
dolmuş yolculuklarındaki hani o inme anına yakın zamanda söylenilen ve inilmenin istenildiğini belirten kalıplaşmış sözler vardır ya, "müsait bir yerde" "inecek var" "ışıklardan sonra"...
hele o "inecek var" sözü hep komiğime gitmiştir. hatta bir keresinde dayanamadım ve yaptım. evet evet yıllarca içimde sakladığım o soruyu pat diye bir nefeste çıkardım. deli sandılar belki ama bana ne.
"inecek var" denilir denilmez, şoföre eğilip "bil bakalım kim?" dedim ve arkasından rahatlamış olmanın "oh"unu çektim. tabi kimi güldü kimi garip garip baktı ama ben çok eğlendim :)
asıl hikayem başka tabi.
neyse, bindim dolmuşa tam gaz yola devam... teyp açık sonuna kadar... yaklaşıyoruz benim inecek olduğum yere doğru.
doğruldum biraz.
orta koltukta ortadaki yolcu konumundayım.
içimden tasarlıyorum, ne diyeyim diye. "paşakapısı lütfen" yok bu olmaz.
"uygun bir yerde inebilir miyim?" fazla rutin.
"şu" "bu" derken baktım ki neredeyse geçeceğiz hedef durağımı...
eğildim şoföre ve yüksek bir sesle- ki boğazımı bi'kaç sn öncesinde hazır hale getirmiştim- "ben anadolu çocuğuyum" dedim. dolmuşta herkes ve dahi zaman o an durdu. radyoda Kayahan "yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar" diye devam etti yalnızca.
sesim içime doğru aktı. ve kendimin zor duyacağı bir tonla "inebilir miyim" dediğimi hatırlıyorum son olarak.
indim ve ardımda bıraktığım 7 yolcu+şoförün arkamdan neler hissedip, konuştuklarını kafamda canlandıra canlandıra evime yürüdüm.

yahu hangi ara ben kendimi radyonun o dayanılmaz akıntısına kaptırmıştım ki??? :s

Pazar, Eylül 14, 2008

tam düşüyordum, hop, yine elimden tuttun...

yazdığım oyunları izlemişti... nasıl heyecanlanmıştım.
nasıl gururlanmıştım
ve kendimi "bi'şey" olarak görmeye başlamıştım o güzel yorumlarından sonra.
içi kadar dışı, dışı kadar içi sıcacık olan, içi dışı bir insan.
bırakın dillendirmeyi, bakışlarıyla bile (ki ne kadar çoklar "hiç birşeyken bile bunu yapanlar) "heh hee bakın ben koskoca kimim?" yapmayan ender tanıdığım tanınmışlardan.
hep yanımda oldu.
en zor zamanlarımda
hatta en en zor :s
şimdi çok uzaktayım ama buraya bile yetişiyor o sıcacık kelimeleriyle.
ve yine elimden tutuyor, her zamanki gibi.
güç veriyor.
umut veriyor.
ve yine "bi'şey"mişim gibi hissetmemi sağlıyor.
"teşekkür ederim" diyeceğim ama ne kadar sıradan kalacak,
e peki nasıl anlatabilirim ki içimden geçenleri...
"can simidimsin" desem
"koruyucu meleğimsin"...
hiç yalnız bırakmadığın için,
"gerçek" olduğun için,
"sen" olduğun için, çokkkk ama çokkkkkkkk
ama çok çokkkkk teşekkür ederimmmmm
tam teşekküllü kameraman Cevat Kelle'm :)

Cuma, Eylül 12, 2008

dışımın kalabalığı kadar yalnız içim.


sadece kendimle yaptığım, bana has sohbetlerdeyim yine.
en mahrem sırlarımı döküyorum kendi kendime.
beni tek "ben"dinliyor,
içimi çözüyor, çözümlüyor.
beni bir tek "ben" görebiliyor.
"neden"lerimi anlıyor.
izahsız, uzatmasız...
en az sözcüklü, en uzun hikayemi anlatıyorum "ben"e,
yani bana
yani kendime
yani kendi kendime
beni bir "ben" biliyor,
ve bir tek "ben" beni karşılıksız seviyor.

Perşembe, Eylül 11, 2008

AŞK suç mu? yani şimdi Paris ve Helen suçlu mu?


(...)

Hem birer efsane gibi hepsi
Ateş bardağına (ki ölüm susuzluğudur bu)
Yapıştırarak dudaklarını (ki yar dudağına yapıştırmamıştır)
Gözleri bütün yıldızları görünceye kadar
Dikmiştir tereddütsüz.
Ve o da bir yıldız olmuştur gökyüzünde
Işığını, içtiği ateşten alan
En parlak yıldız hem de
Tüm iskeletlerin göğüs kafeslerine sokup iki elinizi
Araladığınızda iki yana
Milyonlarca güvercin havalanır hala
Yıldızlara doğru.
Çünkü burası aşkı ve ateşi içenlerin ülkesidir.








Salı, Eylül 09, 2008

neden bu şarkı?

bugün metroda dalmış giderken, içimden bir şarkı mırıldandığımı farkettim.
hani bir yerlerde duyarsın da ağzına takılır ya...?
öyle değil.
durup dururken dudaklarımda beliriverdi.
ve sonra yol boyu benimleydi.
hatta artık içimden mırıldanmıyordum.
şarkının her bir sözcüğü kendi sesiyle dökülüyordu dudaklarımdan.
"ah kavaklar, ah kavaklar
bedenim üşür, yüreğim sızlar.
beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular...
(Metin Altıok)

Pazar, Eylül 07, 2008

"ah vatanım"



Eylül ayının ilk pazar günü Moskova'nın kuruluş yıldönümü...
1147den günümüze getirildi bugün.

ve aşağıda kutlamaların yapıldığı yerlerden biri -ki ben oradakileri izledim- zafer parkı (tam telaffuzu ile :) "park pabedi") ve parktaki zafer anıtı. 2. dünya savaşının her gününü 10 cm ile göstermişler ve bu kocaman anıt çıkmış ortaya.

güzel bir gündü.
iyice alıştım bu şehre.
ama yine de, boğazın kıyısında, denize sıfır bir çay bahçesinde, ince belli bir bardaktan, taze taze demlenmiş tavşan kanı çayımı yudumlamayı tercih ederdim.
of ya
İstanbul'umu çok özledim :(





oooley oley oley oleeyyy :)

ne güzel bir duygu,
herşeye yeniden başlamak,
"öğrenmeyi" tekrar hatırlamak ve "öğrenmenin" tadına varmak.
yeniden yaşamak,
yeniden büyümek,
yeniden savaşmak...
sana yeniden aşık olmak,
her yeni günde yeni aşkıNla uyanmak...
of ya ne güzellll,
SENİ ÇOK SEVİYORUM diyebilmek.
"seni çok seviyorum"


Salı, Eylül 02, 2008

bir parça Moskova kokusu...



dilimin dönüp, parmaklarımın ve dolayısıyla klavyemin el verdiğince Moskova'dan bahsetmeye başlamak istiyorum.
öncelikle tembelliğimden bir türlü çektiğim fotoları PC.me atamadığım için fotoğraflı anlatımı bir başka sefere saklayacağımı belirtmem gerekir. :s
Moskova'nın çok büyük ve kalabalık olduğunu herkes gibi ben de biliyordum bu şehre gelmeden önce. ne kadar çok kültürü ve milleti barındırdığını da. ancak gelince tahminimden ve bildiğimden daha büyük ve kalabalık olduğunu gördüm. her yerde herşeyde "kuyruklar" oluşturan insan yığınları görüyorsunuz. sürekli bir koşuşturma içinde insanlar. yüzlerce araba her dakika bana boğaziçi köprüsündeymişim hissi yaşatıyor. çünkü trafik gerçekten inanılmaz korkunç, İstanbul trafiğini arar hale geldim açıkçası. bu kadar çok araba olmasının en önemli nedeni bence benzin ve araba fiyatlarının muazzam ucuzluğu... ancak onların dışında herşey ultra pahalı.
ulaşımda toplu taşımalar gerçekten mükemmeller. en çok da metrosuna hayran kaldım. (ve zaten en çok da onu tercih ediyorum.) bir de bu çok iyi ayarlanmış ulaşım türüne "sanat" ve "tarih"i de eklerseniz... sanki şehrin tarihi yerin altında kokuyor. o kadar güzel bir Moskova var ki yer altında, yeryüzüne çıkasınız gelmiyor.
tabi insan kuyrukları+insan trafiğindeki sıkışıklığı saymazsak.
ırk, millet vs olayı diye bir ayrımı nasıl yaptıklarınaysa şaşıyorum doğrusu. çekik gözlülerden, esmerlere hatta çok çok esmerlere, sarışınlardan nerdeyse pamuk beyazlara kadar renk renk bir ulus Moskova ulusu.
yabancı dil bilgileri çok çok az. yalnızca gençler ki sayıları da pek fazla değil bunu başaranların, bir parça ingilizce konuşabiliyorlar. almancaya da merak sarmış durumdalar. ve çok ilginçtir ki almanlara resmen tapıyorlar. bizim 80li yıllarda yaşadıklarımızı yaşıyor resmen gençler ve ben de onlar sayesinde gençliğime ve hatta çocukluğuma dönmemin sevincindeyim :)
bana daha önce söylenenlerin tam tersine, oldukça sıcak buldum insanlarını.
yardımseverler.
"avrupalı görünen, asya ruhu taşıyan gelişmekte olan bir toplum" diyerek özetlenebilir aslında Moskovalılar.
geleneklerine bağlılar. inançları -ki yıllarca gizli saklı kaldığından sanırım- çok yüksek. takım elbiseli (ve tabiri caizse "cool"(!) denilebilen) bir işadamını elinde bond çantasıyla bir kilisenin önünden geçerken ne zaman görsem, mutlaka bir kaç sn durup, başını eğip, varsa şapkasını çıkarıp boynunda taşıdığı hacı öptüğüne tanık oldum.
lüks düşkünlükleri ise korkunç düzeyde. ve erkeği kadını gösterişli şeyleri giymekten, takmaktan çok keyif alıyorlar. erkekler kolsaatleri ve ayakkabılarıyla, kadınlar takıları, ayakkabıları ve çantalarıyla mümkün olduğunca "class"(!)larını göstermeye çabalıyorlar.
ve evet kadınları çok güzeller. tanrının onlara torpilli davrandığı muhakkak. ancak 35lerini geçtikten sonra 65-70 gibi durmaları, sanırım biz akdeniz tipli kadınların eline veriyor güzellik avantajını :)... ve çok genç yaşta evleniyorlar. rusça öğretmenim, 23 yaşındaki kızı henüz evlenemediği için çok üzülüyor mesela. artık iyi bir evlilik yapamaz endişesinde. çünkü kadın nüfusu çok fazla (%20 daha çoklar erkeklerden). kendi ülkelerinde "zengin" bir eş adayı bulamayanlar ise başta türk erkekleri olmak üzere, kendilerine pahalı hediyeler verebilecek yabancı erkeklerin peşine düşmek zorunda kalıyorlar. :) hatta bir arkadaşımın kız arkadaşının "eğer beni gerçekten çok seviyorsan Finlandiya'daki evini üzerime yaparak bana bunu kanıtla" demesine bizzat tanık oldum :s.
yalnız erkekleri...? türkiyeye gelen rus erkeklerinin ne kadar azınlıkta olduklarını görmek beni şaşırttı. çoğu çok yakışıklı ve iyi giyimliler. oldukça sportifler. ve yine tabiri caizse "karizmatik" ...:) havalı dolaşmayı çok seviyorlar. lüks arabalarıyla turlamayı da... yani yalnız rus kadınları değil güzellikleriyle torpilli olan erkeklerine de "maaşallah" demek gerekiyor :)
"ne kadar yeşil bir şehir" diye düşünürken ben, rusça öğretmenimin "aah ahh yeşil bırakmadılar Moskova'da" demesine şok olduğumu özellikle belirtmeliyim. çünkü gerçekten her yer orman, parklarla dolu.
haftada üç gün rusça dersi vermek için bir öğretmen geliyor evime. çok tatlı bir bayan. üniversitede "yabancılara Rusça öğretme" ile ilgili çalışmalar yapan bir enstitüde öğretmenlik yapıyor. ve Çehov okuduğumu öğrendiği günden beri bana hayran :) beni çok entellektuel bulduğunu her fırsatta söylüyor. çünkü artık Moskova'da bile Çehov'u pek bilen kalmamış. belli yaşın üstündekiler yalnızca diyor. onların da en elit kesimiymiş. eh bunları duyunca benim de biraz havalara girdiğimi söylememe gerek yok sanırım :)
önümüzdeki haftadan itibaren beraber tarihi yerleri gezmeye karar verdik. sanırım o zaman yazacak çok daha güzel ve bol malzemem olacak. bir de üşenmeyip fotoğraflarımı da PCye atarsam yeni dünyamı sizlerle paylaşmanın tadına varabileceğim.
e şimdilik çala-klavye ancak bunlar çıkabildi parmaklarımdan.
bir sonraki sefere kadar
"dasvidanya" :)

"Priviyet" (merhaba) dedik dün okula... (ay havam batsın :))

ve işte başladı :)
Moskova Kovboyu oğluşum yepyeni bir dünyadaki yepyeni hayatına başladı. Dün kocaman bir heyecan vardı içimde, okulunun ilk günüydü.
Sınıfında dünya vardı dün oğlumun. harika bir sınıf.
gerçekten bir dünya... :)
çinlisi, ingilizi, almanı, rusu, macarı, g. afrikalısı... renk renkler. siyah, sarı, beyaz...
ama hepsi de tertemiz, hepsi de gülüyor.
paylaşıyor.
bilmiyorlar -en azından şimdilik- insanları birer başlık altına sokup ayırmayı, ayrıştırmayı.
aşağılamayı ya da altlarında ezilmeyi.
en güzel, en gerçek bir üst başlıktalar
"insan" başlığı altındalar.