Salı, Haziran 30, 2009

Ay! :,') yaratıcılığımı seveyim...

ne de olsa artık yeni bir fotoğraf makinem var... hayal ettiğim fotoları çekme vakti yani.
eee kuzeni de bulduk madem :) "yaslan bakalım Kuzi Aziz Vasili'ye"


"heh biraz daha yukarı şimdi... dur öyle ben ayarlayacağım, kıpırdama!" (ah be adam, zınk diye gelmen mi gerekti... ama olsun, fotoğraf karemizde senin de bir yerin olsun)


sevdim ben makinemi çokkkk... oleyyyyyyy!!! :)))))

Pazartesi, Haziran 29, 2009

Kuzim'e yine yeni yeniden...


bir dokuz yedi üç ortak rakamlarımız.
sadece dört ay öndesin benden bitanem.
dünya senin için nasıl döndüyse, ne kadar döndüyse benim için de aynısını yaptı, biliyorsun... daha kelimeleri çıkarmasını bilmiyordu dudaklarımız seninle konusmaya başladıgımızda. lunaparka gidemeyiş nedenimiz benim agzımda biriktirip bir türlü yutamadıgım lokmalarımdı.
anneannemlerin penceresinden sokağa bakıp, karanlıkta ışıgı vuran çıkmazlardaki gölgeler canavarlara aitti bizim için.
o zamanlar tek canavarımız hayallerimizde oluşturduklarımızdı.
sokakta oynarken seslenişlerimiz hala kulagımda çınlıyor, şimdi açılıp kapanmayı unutan kapısıyla yapayalnız kalan balkona. "anneanneeee, babaanneee"
büyüdük.
ve bizimle beraber hayallerimiz de canavarlarımız da büyüdü.
ve hep en "sır", en önemli sırlarımızdı birbirimize açtıklarımız.
saatler süren yolculuklar bile ayrı keyifti, tıkış tıkış doluşup, kan-ter içinde kaldıgımız arabada çalan şarkılara eşlik ederken.
hep gülecek bişeyler bulduk aglamalarımızın arasında bile.
korktugumuz gecelerin korkuları bile güzeldi, saftı.
yediğim en lezzetli etli dolmaydı, gecenin üçünde yağları donmuş...
çok şey paylaştık, çok şey yaşadık...
çocukça acıları da paylaştık, en büyük acılardan birini de.
için acıdığında seni en iyi anlayanım biliyorum
ve benim içim acıdıgında beni de en iyi sen anlıyorsun eminim.
çünkü aynı acıyor içimiz.
"edibem"in nefes aldırdı en soluksuz anlarımda.
"gülüm" deyişinle güldüm gözyaşlarımı silerek.
yazları her geri dönüşlerinizde arkada kalan boş çaybardağına aktı bazen gözyaşım.
ve her "sürpriz" görüşümde sizi kapıyı açıp da dünyanın en mutlusuydum o an.
cok şey yaşadık, gördük...
ve daha çok şey var paylaşacagımız.
biliyorum kimi güzel kimi yine acı olacak.
ama yanındayım, yanımdasın.
en candan can en kandan kanız hala dördümüz.
birimiz çok uzakta belki ama uzaklar bize anlamsız.
dördümüzüz.
kardeşler ve ablalarız.
kuzenler ve kardeşleriz.
dördümüzüz.
seni çok seviyorum kuzen.
ve benimlesin her an biliyorsun.
yaşa dolu dizgin hayatı.
sonu ne zaman bilemiyoruz.
bunu bize en küçügümüz ögretti çünkü.
yaşa "an"larını kuzen.
ve canavarlar yine sadece gölgelerde kalsın.
izin vermeyeleim o çıkmaz sokaklardan çıkıp bizi korkutmalarına, üzmelerine, ezmelerine...
izin vermeyelim kuzen...

şimdi gel yanıma kuzen hadi...
çember olalım elele tutuşupppp veeeee "oriiiiii!!!"




Cumartesi, Haziran 27, 2009

kendime bir hatırlatma


oturdum klavyenin başına, bıraktım ellerimi, parmaklarımı özgür...
bakalım ne yazacaklar diye...
başladılar işte, bakın, harflerle oynamaya.
bilemediler tek başlarına kalınca hangi harflere koşsunlar.
dayanamadı biri ve benden yardım istedi. "ne yazalım yardım et, en azından sen sor, söz cevaplar bizden, hiç yardım almadan senden"
anlaşmayı kabul ettim.
ve sorumu yönelttim: "ben kimim?"
bi süre durdular hiç birşey yazmadan.
aralarında fısıldaştı parmaklarım.
sonra paylaştılar harfleri, herkes koştu kendi harfine dokundu.
"sen, sevmekle yaşayan, özlemi yeni anlayan, korkularından kaçan, kavgalarını yarım bırakan, bildiklerini saklayan, bilmediklerini bilir görünensin...
sen, cesurum diyecek kadar korkak, korkuyorum diyecek kadar cesursun.
sen demek istediklerini diyen ama asla herşeyi söyleyemeyensin.
sen hayatına girenleri önemseyen ama bir ihanet bir yalanla adını unutacak kadar silensin. sen yalan söyleyen, dogru söyleyensin...
sen dediklerini yapabilen ama yapabileceklerini beceremeyensin.
yanlış anlaşılan, anlayamayansın.
anlaşılanlarını kendin bilmeyensin.
bildiklerini kendin anlayamayansın.
sen, ümitli, sen umutsuzsun...
sen aşıksın.
sen annesin...
bazen gencecik insanlara birşeyler veren ama asıl verilesileri veremeyensin.
sen kırgın, sen küskün ama sen barışıkmış olansın.
sen hüzünlü sen gülümseyensin.
sen en tanınan tanınmazsın.
sen kendini ögrenemeden anlatmaya çalışansın.
sen aşıksın...
sen annesin...
istediğini bilen bilmedigini isteyensin.
istedigini bilmeyen, bildigini isteyensin.
sen annesin... sen aşıksın...
güvenmek isteyenken güveni öğrenmemiş olansın.
güvenilmek isteyenken güveni öğrenmeye çalışansın.
ve ne güvenensin ne de güvenildiğini bilen...
sen aşıksın, sen annesin...
hayat verdigin parcan için imkansızları yenebilensin.
anneligin ugruna herşeyi yapabilensin.
sen, hayatı seven ölümü özleyensin.
sen, sensin...
kısacası;
sen, ne doğru ne yanlışsın.
sen sadece İNSANSIN"

Kuzi'mmmmmmmm Moskova'da...


canım
iyi ki geldin...
ne kadar çok sözcük birikmiş içimde meğer,
seni beklemişler hep kuzen.
iyi ki geldin kuzim
meğer ben Moskova'yı ne çok severmişim.

Cuma, Haziran 26, 2009

sabah sabah


bugün seni daha iyi anladım
sendeki beni
ve sonrasında,
bendeki seni...
seni bana anlatan sözcüklerin
anlattılar yine bugün seni bana.
beni sana anlatamayan sözcüklerime nispet yaparcasına.
daha iyi anladım bugün seni
ve bir de,
kendimi...

Perşembe, Haziran 25, 2009

"bu gün"üm "her gün"üm olsa bugünümden sonra...


ne güzel yine güneş bugün.
kuş sesleri ile uyandım.
gözlerimi açtım. dışarıyı dinledim.
hissettim, seslerden, daha perdeleri dahi açmadan, güneşin varlığını.
içimde o bahsettiğim kıpırtı oluşuverdi yine.
kalp atışım hızlandı sanki.
kan dolaşımım.
nefes alışım.
enerjim arttı sanki birden.
gülümseyerek kalktım yataktan.
güneşli günüme, "hep" olduğu gibi,
gülümseyerek başladım işte yine.
ve aşık oldum.
evet.
her güneşli günde, her güneşle yeniden aşık olduğum gibi.
aşık oldum bugün yine.
öyle bir aşk ki hem de...
avaz avaz bağırasım geldi "seni çok seviyorum" diye.
hatta koşup yanına,
dudaklarına kocaman sıcacık bir öpücük kondurasım geldi.
öpü-cük bile değil,
öyle -cük'süzünden, en büyüğünden yani.
sarasım geldi.
sarılasım.
içim nasıl coşkulu,
hiç soluklanmadan koşasım var deniz kenarında bugün.
vapurları dinleyesim,
martıları duyasım,
rüzgarı koklayasım var.
aşk'la olasım var bugün.
elinden tutasım,
alıp götüresim.
caddeler boyu sarmaş-dolaş,
her fırsatta dudaklarım dudaklarında olasım var bugün.
kokusunu soluyasım var.
ıssız bir köşede çekip kenara onu,
aşkla sevişesim var bugün.
tenini tadasım...
ağzım dolu dolu gülesim var bugün.
insanları güldüresim.
hem gülesim hem güldüresim.
çimlere uzanasım var bugün,
gözlerimi dikip gökyüzüne çimlerde öylesine yatasım.
herkesi sevesim var bugün, en sevilemeyesileri bile.
en özlenilemeyesileri bile özleyesim.
en dokunulamayasılara dokunasım var bugün.
en söylenilemeyesileri söyleyesim.
güneşim var bugün.
aşığım aşka bugün.
bugün kendimi öpesim var.
kendime sarılasım.
bugün herşeyi boşveresim var,
herşeyi önemseyesim.
bugün aşkı göresim var.
aşkı sarasım.
sevişesim.
öpülesim var bugün.
güzel sözler duyasım.
sevildiğimi bilesim var bugün.
bugün kendimi çok sevesim var.
güneşli bir gün bugün...
ve benim gerçekleşesi çok güzel hayallerim var bugün.
bugün var ya bugün,
doyasıya yaşayasım,
yaşamanın hakkını veresim var bugün.
bugün...
güneş...
ben...
aşk...

dünyayı seninle döndürmek, parmak ucumuzda...

her güne seninle uyanmak
teninde uyanmak...
her günü seninle tamamlamak...
seninle veda etmek her güne,
teninde...
kokunla...
öpüşlerinle nokta koymak geceye.
öpüşlerinle uğurlamak geceyi...
nefesinle doğmak güneşle yeniden,
tadınla, yeni gün olmak,
ışıl ışıl, sıcacık, tazecik...
her geceye vedayı da
her güne selamı da
seninle yaşamak...
sana karışarak,
tümlenerek seninle,
seninle solumak...

Çarşamba, Haziran 24, 2009

Чайка

dün sana geldim
yaşadığın evi soludum.
baktığın pencereden baktım.
konuştum uzun uzun seninle, anlattım.
beni nasıl bu kadar içimden görebildiğini sordum sana.
beni nasıl yazabildiğini...

"Yalnızım, yapayalnız. Bir şey söylemek için yüzyılda bir açarım ağzımı ve sesim bu boşlukta kederle çınlar ve hiç kimselere ulaşmaz... Sizler de, ey solgun alevler, işitmiyorsunuz beni... Sabah öncesinde çamurlu bataklıktan yükselirsiniz siz ve tan vaktine kadar sürtüp durursunuz, düşüncesizce, iradesizce, hiçbir yaşam kıpırtısı taşımaksızın... Sonsuz maddenin babası şeytan, bir yaşam kıpırtısı doğar korkusuyla, taşlarda ve sularda olduğu gibi, her an sizlerin atomlarını da değiştirir ve durmaksızın değişirsiniz. Evrende sürekli ve değişmez olarak bir tek ruh kalır sadece. Bomboş, derin bir kuyuya atılmış bir tutsak gibi, neredeyim, beni ne bekliyor, bilmiyorum. Fakat bir tek şey var bildiğim, çok iyi bildiğim: Maddi güçlerin yaratıcısı şeytanla amansız, acımasız kavgada, zafer mutlaka benim olacak ve sonuçta da madde ile ruh eşsiz bir uyumda birleşip kaynaşacak, bu ise dünyasal irade'nin egemenliği olacaktır. Fakat uzun, yavaş, binlerce yıllık bir sürecin sonrasında, hem ay, hem parlak Sirius, hem yeryüzü toza dönüştükten sonra gerçekleşecek bu..."

"dinliyorum seni" dedin. "yalnızca dinliyorum, sen O'sun... aynı hayalle yaşadın ve yaşıyorsun ve aynı hayalkırıklıklarını tattın, kırılınca hayallerin..."
"dinliyorum seni" dedin bana, "anlattığın, anlatamadığın herşeyini dinliyorum yalnızca."

Pazartesi, Haziran 22, 2009

yine sana meleğim... hep sana...


senin için meleğim,
senin için vazgeçerim kendimden
hatta senden bile.
gözlerinde hüznün,
içinde sıkıntın olmaktansa...
omuzlarında yükün,
düşüncelerinde karmaşıklığın olmaktansa,
anılarında gülücük olurum.
çünkü anıların "var" olduğunca seninle...

Pazar, Haziran 21, 2009

biliyorsun sen de değil mi?


biliyorum,
hem de çok iyi...
yerim nerde,
nerde durmam gerek biliyorum.

mutlu olduğunca mutluyum.
iyi olduğunu bildiğimce iyi...
güldüğünce güler gözlerim,
sustuğunca susarım.
"gel" dediğin an, yanındayım.
"git" dersen eğer bir gün,
tek söz bile etmeden,
onu da yaparım.









isteyebilmeyi isterdim


ben hiçkimseden hiçbir şey istemedim.
istemeyi hiç bilmedim.
minicikmişim bıraktıklarında beni anneanneme.
üç dayım (2'si en yoğun zamanlarında sağ sol çatışmalarının, üniversitede okuyor o sırada), dedem, anneannem ve ben.
nasıl isteyebilirdim ki onlardan bir şey o zamanlarında.

istememeyi öğrendiğimde 4 yaşındaydım sanırım. hayal-meyal hatırlıyorum şimdi.
bakkaldan bisküit istemiştim.
kutuların içinden kesekağıtlarına doldururdu bakkal amca. Sami Amca :)
fındıklıları vardı onların. yuvarlak yuvarlak.
yerken kıtır kıtır fındıkları gelirdi ağzıma.
ondan istemiştim.
anneannem "evde var" demişti.
sonra eve gidince beni oturtup kucağına "sen bir şey istediğin zaman, alamıyorum bazen. param olmuyor. ve sonra ağlıyorum alamadığım için, başkalarının yanında hiç birşey isteme oldu mu Özlem'im. hiçbir şey isteme".

anneannem ağlamasın diye, ondan hiçbir şey istemedim.
o günden sonra hiçbir şey istemedim.
ve istememeyi öğrendim.

kimseden hiçbir şey istemedim.
çok zorda, çaresiz kaldığım anlarda dayılarımdan yalnızca... o da Deniz'imden sonra.

hiç kimseden hiç birşey istemedim ben.
ne maddi, ne manevi...
hala istemiyorum...
yine istemiyorum...
içimden,
aklımdan neler geçiyor
ama...
ben istemeyi bilmiyorum.

bir anlatabilsem içimdeki seni... anlatamıyorum ki... anlatılamıyor ki...


öyle güzel ki seni sevmek,
senin olmak.
seninle olmak...
öyle güzel ki...
herşeye değer ve
hiç birşeye değişilmez.
gözlerinle olmanın keyfi öyle güzel ki.
ellerinin içinde ellerimin terlemesi...
tenini tenimde hissedebilmek öyle güzel ki,
nefes nefese, yorgun
ama çok mutlu.
sesin öyle güzel bir ezgi ki kulaklarımda,
konuştukça beni mest eden.
gülüşün öyle güzel ki,
öyle sıcak, öyle içten ki...
sarılmak sana öyle güzel ki,
ayrı bir diyarda hissetmek,
çok güçlü hissetmek,
sevildiğini hissetmek bu sarılışlarda, öyle güzel ki.
seni yaşamak öyle güzel ki aşkım.
seni solumak...
SENin olman öyle güzel ki.
hayallerimde olman,
hayallerinde olabilmek öyle güzel ki.
seni istemek...
seni özlemek...
seni düşünmek...
SENi sevmek öyle güzel ki...

Cumartesi, Haziran 20, 2009

uzaklara kanat çıpma vakti belki de, minik serçe...

minik bir yavru serçe sanki yüreğim
kimi zaman tüm gayretine rağmen uçamayan,
her denemesinde, her kanat çırpmasında kendini yine yerde bulan.
kimi zaman süzülüveren göklerde,
bulutların arasında,
hem de kartallara bile taş çıkarırcasına.

Cuma, Haziran 19, 2009

canım arkadaşımın yüreğinden bana

sen, hep gittiğini sanacaksın ben,
hep bittiğini... ...
güneş battığını-
-gece ise hep doğduğunu gündüze
oysa,
asılı kalacaklar her iki ucunda,
bir okyanusun ve iki yüreğin ayazlarında gün gelecek,
bir kasırga yükselecek okyanustan...
adımı söyleyecek bir martı
med-cezirlere vurulacak sevdan
suların çekilecek ay gündüzüne doğarken ardından,
gecemden kayıp bir yıldız düşecek gözlerine,
-güneşinden sen, bir dilek tutacaksın hiç bilmeden
-bensizliğe uyanacaksın...
şaşıracaksın..!
sen uyurken başucunda,
hep o uykularını bekleyen
-beni akıtacaksın gözlerinden
sancısını duyacaksın, ağrısını
-yokluğumun.
saçına dolanan her hüznü tutup ben sanacaksın
-başka biri yüreğine dokunurken
ve dönüp başa saracak zaman
o, biz olmadığımız yerden senden,
bir ben kalacak bende,
-sensiz-
bir de, sesin...
hala sımsıkı tuttuğum avuç içlerimde,
-unuttuğun benden giderken...
L.J.K.

Perşembe, Haziran 18, 2009

neden mi?

amcalar, abiler, teyzeler ceplerini daha çok şişirebilsinler diye.
daha güzel arabalara binip, daha şık giyinebilsinler diye.
daha lüks restoranlarda, dillerinin bile dönmediği isimler konulmuş yemekleri sipariş edebilsinler diye.
daha mavi denizlerde yüzüp, daha sıcak iklimlerde güneşlenebilsinler diye.
en çok... ama en çoğuna sahip olabilme yarışında üst sıralarda yer alabilsinler diye.
işte bu yüzden çocuk,
sadece bu yüzden...

MeleğiMMM'e


doldu kalbim,
ruhum seninle doldu.
taşıyorsun artık,
gözlerimden,
sözlerimden taşıyorsun.
gülüşlerimden akıyorsun.
nefesimden, soluğumdan...

taşıyorsun artık,
öyle doldum ki seninle...
öyle "sen" oldum
öyle "sen" koktum ki...
gözlerinden hayata bakarken,
sözlerinle sevişirken,
resmini dahi okşarken,
ismini öperken,
öyle "sen" oldum,
öylesine "sen" koktum ki...
yüreğime sığmıyorsun.

Çarşamba, Haziran 17, 2009

eee... şeyyyy...???


gözlerde gözler belirmeye başladıysa,
duyulan bir ses diğer seslerden farklı geliyorsa ve o sesin sahibi kimselere benzemiyorsa,
görülmek isteniyor, duyulmak isteniyorsa...
yanında olunması huzur veriyorsa,
hep yanında olunmak istenir oluyorsa,
ve "en mutlu" sizseniz onunlayken ...
"zamansız" zamanlarda bile nefesiniz kesiliyorsa o olunca orada,
gülüşleriniz utangaçlaşıyorsa, gözgöze gelinen her anlarda...
ve gözgöze gelmek için bahaneler arıyorsa bizzat o gözler...
kaçamak bakıp, ta derine, mahçup olup çevriliyorsa bakışlar, yine ilk fırsatta kavuşmak üzere...
konuşacak çok şey varken
ve kalabalıklarda hep çok konuşulurken,
yalnız kalındığında sözcükler yok oluveriyorsa fikirlerden, ağızlardan...
karşılaşmalar, tesadüf etmeler kalp ritminizi hızlandırıyor, soluk soluğa bırakıyorsa sizi...
düşünceler ne olursa olsun bi' şekilde onda toplanıyorsa...
hayaller kurulan anlarda her hayalin içinde bi' şekilde var oluyorsa...
rüyalarda bile onunla sevişiyor, bulutlarda geziyorsanız,
onsuz yaşamış olunan zaman dlimlerine bile teşekkür ediyorsanız sizi ona ulaştırdıkları için...
yorgun bir günün ardından, sıcacık bir yatağa uzandığınızda, tamamlanmak üzere olan gününüze vedanızı onunla yapıyorsanız...
ve her gün doğumunda yeni günü onunla selamlıyorsanız...
şu an beni çok iyi anlıyorsunuz demektir :)

nasıl yani???


bu ne cürret
bu ne terbiyesizlik...
bu ne saçma sapanlıktır.
inanamadım duyunca bugün.
bu nasıl bir hastalıktır.
yazdıklarımı -ki burası benim dünyam, benim günlüğüm- orda burda "bana yazıyor" diye anlatana sesleniyorum.
ve ne demek istediğimi anladığını umuyorum.
birazcık aklın varsa tabii...

Kuzennnnnn...!!!




Kuzi'm geliyor...
Moskova şimdi gerçekten renk renk olacak bana.
gerçekten aydınlık, hem de beyaz gecelerden daha aydınlık...
gerçekten sıcak olacak, kısacık yazının sıcaklığından daha bile sıcak.
Kuzi'm geliyorrrrrr
oleyyyyyyyyyyyyyyy!!!

Salı, Haziran 16, 2009

hadi bakalım, sil baştan... sen yine bildiğini okumaya devam et, eyyy yüce "bilge"(!) insan :(

alın size "Edibe Hoca"...
çok bilmişin önde gideni.
çok bildiğinden herşeyi,
hala aynı tas, aynı hamam.
ve hala ama azimle halaaa
"kendim hallederim" diye diye sürünmekte...


dedim ki, böyle bir bölümü kazandınız, yetmez size gerçek hayatta. kendinize ne kadar çok artı eklerseniz fayda.
dedim ki, kendi dilimizle önce, önce Türkçe...
yabancı dil de öğrenin tabi, mutlaka, gerekli...
ama kendi dilimizi çözelim önce, onunla eğitelim zihnimizi.
dedim ki, tüm kapılar açılmayacak size yarın, siz itmek zorunda kalacaksınız, o nedenle güçlü olun, omuzlarınızı sağlam tutun.

dediler ki, git konuş.
bak madem akrabanız, yapar sana bi' "kıyak" oooh gel keyfim gel sonrası.
dediler ki, "a be salak, gittin de ne diye konuşmadın sanki.
hal hatır sordun yalnızca.
yazıklar olsun sana"

çok biliyorum ya ben,
kendi tırnaklarımla kazıyorum ya,
kendimce doğruları söylüyorum ya...
alın size sonucu işte...
kadro gitmiş yine bölüm başkanının yeğenine...
:(

konuşulmaya değer onca konu varken...

konusalım bakalım.
konusalım hanımlar beyler.
havadan sudan olsunmus sohbetler.
olsun bakalım.
biraz havadan biraz sudan...
zaten bir araya geldi mi dört beş kişi malumdur sohbetleri...
bazen en büyük politikacıları ceplerinden çıkarırlar ülke yönetiminde.
en iyi ekonomisttirler, bi' öyle yapılsa ne işsizlik kalır ne enflasyon.
yemekte tıkış tıkış doldurulmuş tabaklarında arta kalanları iterek bir kenara "açları" konuşurlar. üzülürler.
"oysa herkes bişeyler yapsa açlık diye bir sorun kalmaz"ları konuşurlar.
bazılarının sohbeti inançtır.
en dogru dindir tabi kendi inandıgı.
"inanca saygılı olunmalı."
inanmaya görsün bir başkası bir başka şeye.
sesler yükselir hatta silahlar bile söze gelir saygıdan diger inançlara.
sevgi için oluşmuşlar, var edilmişler, inmişler ya da sadece icat edilmişler.
sevgi için.
doğrular için.
güzellikler için.
hepsi ama hepsi.
çakıl taşına da tapsa bir insan, insandır.
inanmıştır.
o çakıl taşına sıgınır korktugunda digeri tanrısına.
o çakıl taşına yalvarır sevdikleri için, digeri tanrısına.
ama insan insanı en cok "inanç"la yok etmiştir.
savaşları kınarken bile kavga ederek kınarız.
"kan dökülmesin artık yeter"i kanla yazarız.
he bi' de güncel sohbetler vardır.
o an orda bulunan herkesin bildigi bir isim olmalıdır özne.
bazen bir arkadasları, bazen de bir sanatçı ya da bir sanatçımtrak.
onun hayatı oluverir birden hayatları.
evliligi boşanması aldatması...
hep beraber yaşanır.
grupça.
"ben olsam"lar uçuşur havada.
hem de o an kendileri bile değillerken
daha neler var "havadan sudan" denilen başlık altına toplanmış boş kelimelerden oluşan.
ama ne hava boştur ne de su.
onlarsız kalabilir mi insanoğlu?
boş verin arkadaşlar...
boşverin konuşmayı.
ya güzellikleri konuşun
ya da kınadıklarınızı konuştuktan sonra durdurmak için bişeyler yapın. yaptıgınız şey "hiç birşey"miş gibi görünse de.
ve inançları konuşmayın asla.
herkes kendinde yaşasın inancını.
herkesin doğrusu kendinde,
hatasıyla yanyana eşlik etsin kendisine.

sizi çok özledimmmm

1996-1997 dönemi
öğretmenlikteki ilk yılım.
nasıl isterim bu fotoğrafın çekildiği güne gidip
hayatıma yeniden başlayabilmeyi...

Pazartesi, Haziran 15, 2009

AŞK benim hayalimde, ruhumda, kalbimde... belki var biri, belki yok... işte bundan kime ne!

aşk
ne güzel bir duygu
ne kadar çok şey yazıldı ve yazılmakta hala AŞKa...
ne kadar çok şey yazdım ben de aşktan yana.
soranlara cevabımdır,
AŞK bende hep vardır.
birine, bir fikre, bir yola aşığımdır.
karşılıklı ya da değil, bu beni ilgilendirir.
şairin de dediği gibi,
"ben elmayı çok seviyorum diye elma da beni sevecek değildir"
oğluma aşkım en üsttedir.
tiyatroya aşkım hep sürecektir.
AŞKa aşkım bitmeyecektir.
gerisi?
derim ya zaman zaman,
giden gitsin, kalan sağlar bizimdir.

Pazar, Haziran 14, 2009

hep dediğim gibi...

ne göründüğüm gibi olmaya çalışıyorum
ne de olduğum gibi görünmeye.
zaten göründüğüm kadar ben'im,
olduğum kadar var...
yani diyeceğim o ki;
anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar...

özgürlükmüşmuşmişmış... demiştim ya hani, biraz daha -mış -miş -muş -müş eklemek gerekmiş demek ki...

özgürüm
özgürsün
özgür...
hangimiz hangi konuda özgür?
özgürce doğabildik mi yani?
özgürce büyüdük mü?
özgürce ölebilecek miyiz?
özgür müydük en önemli kararlarımızı verirken, hayatımızla ilgili?
özgür müyüz düşünürken peki?
ne kadar özgürdünüz, bu yaşınıza kadar?
özgürlük... ne ki?
özgür değildim doğarken, seçme şansım yoktu çünkü...
ne doğacağım zamanı, ne yeri, ne annemle babamı...
hatta cinsiyetimi bile...
özgürce ağlayamadım eminim bebekken bile.
her ağlamamda bir emzik sıkıştırıldı dudaklarımın arasına susturmak için beni.
gülerken bile özgür değildim.
güldürdükleri kadar gülerdim.
istediklerinde ağlatmaları an meselesiydi.
oyuncağımı alıverdilermi ellerimden, biterdi gülüşlerim.
büyümemeye bile karar veremezdim, büyürdüm ve büyüdüm.
okumaya da okumamaya da özgürce karar verilemezdi.
her yaşında ne yapman gerektiği zaten belliydi.
süt dişlerinin bile sende kalma süreleri altı yedi yıldan başlıyor, on bir on ikiye kadar çıkabiliyordu.
kız doğmuşsan eğer, benim gibi, süresi vardı çocukluğunuzun.
her ay bir karın ağrısıyla, kilodunuzdaki kan lekesiyle geride bırakırdınız çocukluğunuzu.
özgür değildik yani çocukluktan gençliğe geçişimizde bile.
özgür olamamakla geçtikçe yıllarımız, özgür olamamakta özgürdük.
yılların geçmemesine karar veremediğimiz gibi, nasıl geçeceklerine karar verdiğimizi sanırdık. özgür olmadan yeni hayatlar kurduk.
özgür olmadan anne-baba olduk.
ne aşık olduk özgürce, ne aşık olunduk.
yapmak istediklerimizi yapamadık ama yapabildiklerimizi de ne kadar özgürce yaptık?
neyi isteyebileceğimiz bile sınırlıydı hatta isteyemediklerimizde dahi özgür değildik.
soluk alma süremiz bile kısıtlanmış.
minicik bir kas parçasına bağlı "yaşama" özgürlüğümüz.
sözcüklerimiz bile sınırlıyken, yazdıklarımı ne kadar özgürce yazmış olabilirim sizce?
ya sizler, ne kadar özgürsünüz sorarım size...
okumalarınız da anlamalarınız da hayatınızdakilerle sınırlı.
okumama kararınızı verirken bile nedenleri "tek" size has değil.
özgür müsünüz siz?
hangi konuda peki?
özgürlük nedir ki?
ne ki?

Cumartesi, Haziran 13, 2009

özlediğim'e...


sen gittiğinden beri yüreğim yarım.
günlerim yarım, gecelerim yarım...
sen gittiğinden beri sevincim yarım, hüznüm yarım.
sen gittin gideli sözler yarım, fikirler yarım...
ruhum yarım, bedenim yarım.
yarımım sen gittiğinden beri.
soluğum yarım, hayatım yarım
sadece özlemim tam...
sana olan sevgim...
aşkım tam.
kocaman.
büsbütün...
sen tamsın sadece,
kalbimde...
ruhumda,
herşeyimde.

seni sevmek öyle güzel ki...

geldiğinden beri sen bana,
bir yangın yüreğimde.
tenim bir ateş topu sanki.
sardığından beri sen beni,
kalbimde bir güvercin,
yüzümde bir çiçek.
beni ilk öptüğün günden beri,
gözlerimde hayalin,
sözlerimde ismin.
sevdiğinden beri herşeyimi,
içimde bir bulut, bembeyaz,
omuzlarımda kanatlarım var sanki...

Cuma, Haziran 12, 2009

bugün 12 Haziran Kafiye Teyzem :(

aramızda 67 yaş vardı ama biz O'nunla dosttuk...



"kızım, şurda duvarın dibine bi' kadıncağız düştü, bi' bakıver yavrum..." diye seslendi balkondan yaşlı bir teyze bana, hızlı adımlarla geçerken ben balkonunun altından.eliyle işaret ettiği yere doğru koştum. parkın duvarının dibine o kadar sıkışık park etmişti ki arabalar, zar zor aralarından geçmeye çalışarak bakındım, düşen biri var mı diye görebilmek için.

işte o an gözgöze geldik onunla. sırt üstü düşmüş, başı parkın duvarına yaslanmış, öylece duruyordu,

Kafiye teyze... bir elinde işlemeli bastonu, diğer elinde de şık çantası vardı, ikisini de sıkıca tutuyordu. "yaklaşık 75 yaşlarındadır" diye tahmin ettim o an, sonra öğrendiğimde şaşırmıştım 89 yaşında olduğunu.

şık bir pantolon giyinmiş, üzerinde kibar bir bulüz ve fuları vardı. saçları bembeyaz, hoş kesimliydi. dalgalı... hafif bir ruj vardı ince dudaklarında.
ve o dudakları titriyordu ben yanına yaklaşıp, elimi uzattığımda ona. çantasını daha sıkı kavradı bi' yandan elini uzatmaya çalışırken bana. öyle ya yabancıydım. kim bilir neler yapabilirdim ona o çaresiz anında. tuttum elinden destek oldum ona. yavaşça kalktı ayağa. gülümsedi, teşekkür etti. elleri titriyordu. ve bir bacağını sürüklüyordu yerde. "yardım edeyim" dedim, "ne tarafa gideceksiniz?" "şurdaki marketten bir-iki parça birşey alacağım kızım" dedi. girdim koluna, ben de sizinle geleyim dedim... çok yavaş yürüyebiliyordu. "şurdaki market" dediği markete vardığımızda bayağı zaman geçmişti. ben ona kendimi anlatmıştım bile, sorduğu soruları cevaplarken.
alışverişten sonra, evine kadar eşlik ettim Kafiye Teyzeye. Poşetlerini taşıdım. salacakta oturuyordu. beni yukarı davet etti. soğuk birşeyler içmem için. yukarı çıktık. içeri girdiğimde kocaman bir fotoğraf vardı hemen sokak kapısının karşısında. siyah-beyaz... fotoğrafta genç bir bayan ve 4 erkek vardı. kadeh kaldırmışlardı ve hepsi de gülümsüyordu. erkeklerden biri... o dört erkekten biri Atatürk'tü. benim fotoğrafı incelediğimi fark edince, "eşim" dedi. "şurdaki eşim, Atatürk'ün hukuk danışmanıydı." gülümsedi sonra sıcacık.
poşetleri aldım mutfağa götürdüm. seslendi. "buzdolabında gazoz olacak, kendine koy bir bardak".gazozumu aldım, içeri salona geçtim.
pencere kocamandı. karşımda masmavi deniz görünüyordu, iki kocaman çınar ağacının yaprakları arasından.
ve bir vapur geçiyordu köpük köpük... o geçen vapura bakan yalnız ben değildim. tüm şaheserliği ile topkapı sarayı, ayasofya ve sultanahmet camii de bakıyorlardı benimle aynı vapura. tam karşımdalardı.
pencerenin önünde bir sehpa, sehpanın iki yanında kocaman iki koltuk vardı. birine Kafiye Teyze oturmuştu. diğerine oturdum. sonra saatlerce konuştuk. biraz benden, biraz ondan.

parkinson hastası olduğunu söyledi, kısmi felç de geçirmiş ama biraz düzelmiş. yalnız yaşıyordu. eşi öleli yaklaşık 15 yıl olmuş. hiç çocukları olmamış. evlat edinmişler bir kız çocuğunu. okutmuşlar. bir subaya aşık olmuş. evlenmiş. izmir'e yerleşmiş. önceleri pek gelmese de ararmış. ama eşi vefat ettikten sonra Kafiye Teyzenin, bir daha hiç aramamış kızları onu.
ablası varmış. hala yaşıyormuş. ablasının kızları, torunları varmış. ama ablasının dışında pek kimse istemiyormuş Kafiye Teyzeyle görüşmeyi. ablası da kızında yaşadığı için, Kafiye Teyze gitmeye çekiniyormuş.
gündüzleri, öğlene kadar bir kadın geliyormuş evine haftasonları hariç her gün. evini temizleyip, toparlıyor, yemeğini yapıyormuş. ama çocukları okuldan gelmeden eve dönmesi gerektiğinden Kafiye Teyzenin yanında pek kalamıyormuş.

o gün başladı dostluğumuz Kafiye Teyzeyle. her gün gittim ziyaretine okul çıkışlarımda. beni camın önünde beklerdi. el sallardı görünce. gülümserdi sıcacık. sonra ayağa kalkardı bastonuna tutunup. anlardım kapıyı açmak için kalktığını. acele etmezdim, yavaşça çıkardım basamakları ki beni kapının önünde beklerken görüp, üzülmesin diye.
birgün yine ziyarete gittiğimde, çenesinin altındaki yarayı gördüm. kollarının ikisi de dirseklerden aşağıya doğru kocaman yara olmuştu. "n'oldu Kafiye Teyze" dedim. düşmüş gece tuvalete kalktığında. kalkamamış bir daha. alt komşuda anahtar varmış. onları aramak için salona kadar sürüklemiş kendini yerde. ve çenesi, kolları o yüzden bu hale gelmiş.sarıldım... gözlerim doldu. "yalnız yaşamanız beni çok üzüyor, her gün sizi bırakıp giderken burada, içim huzursuz oluyor. buna bir çözüm bulsak" dedim Kafiye Teyzeye... "bana güzel bir huzurevi bul bi'tanem" dedi.

vitrinlerinde, televizyonun üzerinde, evinin her köşesinde benim fotoğraflarım vardı. en baş köşede de mezuniyet fotoğrafım. gurur duyduğunu söylemişti benimle. kendimi ne kadar yüce hissetmiştim o an...

tuzlada harika bir huzurevi bulduk. kadir has öğretmenler için yaptırmıştı. yerleşti oraya ben de her hafta gittim ziyaretine. çok mutluydu. herşeyden, herkesten çok memnundu.
bir gün beni aradı... yeğenleri gelmişler, oradan çıkarmak istiyorlarmış Kafiye Teyzeyi... uzakmış Tuzla... gidip, gelemiyorlarmış her zaman.
sanki ne zaman gelmişlerdi ki ziyaretine. bi'şey demedim. karışmaya hakkım yoktu çünkü. acıbademde başka özel bir huzurevine yerleştirdiler Kafiye Teyzeyi.
çatı katında, yatalak bi başka teyzeyle aynı odayı paylaşıyordu. çatı katında olduğu için pek başka kimseyle görüşemiyordu.
bana"yine o huzurevine götür beni. ayarla. burda çok sıkılıyorum."dedi.
söz verdim Kafiye Teyzeye. aradım hemen tuzladaki huzurevini, üç hafta sonra mümkün dediler. sevindim.
ertesi hafta ziyaretine gidemedim Kafiye Teyzenin. huzurevinin telefonlarından ulaşmak da mucizeydi adeta. ya kimse cevap vermiyor. ya da hep meşgul çalıyordu.
bir sonraki hafta gittim tekrar. danışmadaki kişi "Kafiye hanım yok artık, ailesi onu burdan alıp, başka bir huzurevine götürdü" dedi. sevindim. tuzladaki yer diye düşündüm. ama tuzlayı aradığımda orada olmadığını öğrendim.tekrar bir ipucu bulurum ümidiyle acıbademe gittim. kimse bilmiyordu nerede olduğunu ve ona ulaşabileceğim bir tek numara vardı ellerinde o da hiç cevap vermiyordu.
haftalarca uğraştım bir küçük iz bulabilmek için. evine gittim panjurları kapalıydı. alt kattaki, üst kattaki tüm komşularına telefon numaramı bıraktım. biri gelirse, bir haber alırlarsa mutlaka bana ulaşmalarını tembih ettim. ama nafile.
iki yıl. koskoca iki yıl hiç haber alamadım Kafiye Teyzeden.
oysa altı yıllık kocaman bir zaman paylaşmıştık onunla. hayal olamazdı, rüya da... altı yıl. altı yıl boyu çok güldük, çok ağladık, dertleştik. şakalaştık... hatta bir tanıdıklarının oğullarıyla tanıştırmak istedi beni. "çok iyi insanlar maddi durumları da iyi. Ali de çok kibar biri, çok yakışırsınız birbirinize" "utanırım ben Kafiye Teyze, yapamam öyle şeyler, tanışma vs gibi"dedim. kırıldı biraz :)

çalıştığım yerde zaman zaman selamlaştığım ama pek de samimi olmadığım bir kız vardı. bir gün herkesin ona "başınız sağolsun" dediğini fark edince yanına gittim. başsağlığı diledim. teşekkür etti. "yaşlıydı zaten çok, 90ın üstündeydi" dedi. "büyük teyzem olurdu. annemin teyzesi yani. birkaç yıldır huzurevinde kalıyordu" içime tuhaf bir his çöktü o an...
adını sordum. "teyzenizin adı neydi?" sanki cevabı tahmin ediyordum, gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı bile "Kafiye Baysal" dediğinde...

Perşembe, Haziran 11, 2009

ne güzel yazmış sevdiğine sevdiğini...

yeri geldi söylüyorum kan grubum A Özlem pozitif
doktorlar hemşireler şaşırmasın
sivrisinekler şaşırmasın
ben hayatta bir kez şaşırdım günümü, seninle uyanınca ilk
düşlerimi dağa kaldırdın, kanıma işledin, yangın çıkardın
n'apalım senin huyun da böyle
onca bok çuvalının yanında ipekböceği olmak
ilkyardım çantası olmak,
dalgakıran olmak
senden önce turnayı gözünden vurmak kim
kıvırcık saç sokağı kim
ben konserve kutularıyla, kuru ekmekle,
bozuk paralarla büyüdüm
büyüdüm adam olmadım ben oldum
iyi ki ben olmuşum yahu aferin bana
çok şeyde gözüm yok, kalabalık öpüyorsun yetiyor
ilk öpüşmemizde yoksulduk, birkaç kişiydik
sen
ben
elimizde birer tane dondurma
çekingenliği de ekle virgülden sonra, küpelerini de
topu topu bu kadardık
şimdi azdık mı, hoppa şina şina nay şina nay nay
şina nay yavrum şina nay nay
sonra mavi dönemi Picasso'nun
bir cigara içimi sabahçı kahveleri
sonra dut ağaçları onlarda gözüm yok,
beni anlıyorsun yetiyor bir takım elbise gibi bakmama peşindeyiz dünyaya
ütülü pantalon, temiz gömlek, ceket kravat toplamı olarak yaşamama peşindeyiz
yeri geldi söylüyorum
çok şeyde gözüm yok,
sen varsın yetiyorsun palyaço olmaya
elimizden geleni yapalım güzelim,
bütün insanlar gülsün Afrikalı çocuklar,
hamallar,
kötü kadınlar
hapistekiler üzgün yüzlüler gülsün
yeri gelmişken
palyaçolara en içten selamlar sevgiler
Akgün Akova

"I twist you in my underwear" :)))))

minik aşkım, süt kuzum...
alıştım seni sahnelerde görmeye :) genetik bir durum bu durum sanırım :)
ancak bugün ayrı bir heyecan var içimde.
ilk resitalin... karşımda ve bir çok insanın karşısında eline gitarını alıp, oturacaksın sahnedeki sandalyeye. o minicik parmaklarınla tellere dokundukça sen, yüreğimin tellerini de titreştiriyor olacaksın fındık farem.

küçücük kalbine sığdırdığın kocaman kocaman sevgiler, koskocaman aşk (ki fotoğrafta bile gözün aşkında :) ) mis kokan hayat, sana hep en güzelini sunsun, sunulmaya değer ne varsa yaşamda.


o, bana kahkahalar attırdığın espirilerin gibi cıvıl cıvıl, neşe dolu, hayal yüklü, "sen" gibi yaşa dünya üzerinde, var olduğunca.
ve uzuuun uzuuun yıllar var ol bi'tanem.
seni, içimde atan kalbini ilk hissettiğim andan beri "en çok" seviyorum ışık gözlüm, börtü böcüğüm.