Perşembe, Haziran 28, 2007

nostaljimden çıkageldi... "sizde alman sakızı var mı?"

"alman sakızı var mı? versene!" derdi semra. n'apıyor acaba şimdi?bugün çocukluğumda kalmış olan o sokağa, o eve gittim. uçsuz bucaksız gelirdi bana, sanki sokağımızın bir ucundan diğer ucuna gitmek saatlerimi alacakmış gibiydi... istemezdim, bakkalımız "sami amca'ya" gitmeyi. dükkanı sokağın en ucundaydı çünkü. bugünse adımlarımı saydım 78 adım. küçük adımlarla 78 adımda sokağın bitimindeydim.
"erkek fatma" derlerdi ona. yetmişli yılların sonundaki öğrenci hareketleri zamanında, karşıt guruplu öğrencilerin çatışması sonucu sağ görüşlü bir genç yaralanmış. sokağa çıkma yasağı var. genç kan kaybediyor. yerde öylece yatıyormuş. zemin katta otururdu fatma teyze. pencereden çıkmış, çıplak ayak. tüm gücüyle koşmuş gencin yanına. "benim de oğlum var" diyerek kucaklamış ve kucağında hastaneye kadar taşımış. "erkek fatma teyze".
akşamüstleri ev işlerini bitiren her kadın, avuçladığı çerezini "çıtlatarak" fatma teyzenin penceresinin önündeki kaldırım taşına oturur, günün heyecanlı olaylarını paylaşırdı diğerleriyle. anneannem o sohbetlerin hep "en popüler" ismi olurdu. ona danışılırdı her konuda. "aman kızım fatma, evladım var diyorsun ama orada yalınayak koşarken sana birşey olsaydı, biri birşey yapsaydı, evladın n'olacaktı düşünmüyorsun" demiş ama yine de "erkek kadınsın, helal olsun" cümlesini de eklemeyi unutmamıştı fatma teyzeye o günün ertesindeki kaldırım sohbetinde.
sohbetler hep yine anneannemin anlattığı fıkralarla son bulurdu. herkes evine çekilirdi gülerek. bizler, yan apartmanın önüne serdiğimiz kilimlerin üzerinde evcilik oynar ama kulağımızı da kaldırım sohbetlerinden alamazdık. "ayıp" şeyler de konuşulurdu bazen. hele o anlarda oyunumuza ara verip, pür dikkat kesilirdik.
anneannemin fıkra anlatmaya başlamasıyla da yalvarışlar başlardı:" anneanne n'olur biraz daha kalalım. hemen eve gitmeyelim. yadigarlara gideyim. o bize gelsin"yadigar. bir yaş büyüktü benden ama içimizdeki en görmüş geçirmiş(!) en çok şeyi bilenimizdi. konuşmalarımız genelde onun başına gelmiş doğaüstü olaylarla ilgili olurdu. cesurdu. korkmazdı. cinleri döverdi. mezarlıktan geçer, ayağını tutan ölülerle baş ederdi. hayrandık cesaretine. onun cesareti hep doğaüstüydü benimkilerse "gözükaralık".
ıspatlamak isterdim ona kimin daha cesur olduğunu. en iyi arkadaşımdı ama inanmış görünmekten de çok sıkılıyordum. kaybetmemek için onu "ben korkardım, keşke senin gibi olsaydım" diyordum. zaman zaman ona meydan okumaktan da geri kalmıyordum cesaret konusunda. apartmanımızın önünden, karşıdaki arsaya geçme yarışını keşfettim sonra. erkeklerle bile kapışırdım. ama en çok yadigarla. bu öyle sıradan bir geçiş değildi ama. sokağın başında araba görünür görünmez üçe kadar sayıp koşmadan, hızlı adımlarla geçecektik karşıya. her seferinde acı bir fren sesi çınlatırdı sokağı, hep ben kazanırdım o yarışı.
bir gün bir arabanın soğuk metalini hissettim tenimde. öylece kalakaldım. fren sesi... sessizlik... bir kaç saniye miydi, birkaç dakika mı, saat mi bilmiyorum. anlayamadım. sessizlik oldu işte. sonra anneannemin balkondan seslenişi kulağımda çınladı. "özlemmm". şoför indi yanıma geldi. birşeyler söyledi, başımı okşadı. fatma teyze koştu yanıma zorla ağzıma başparmağını sokup, damağımı kaldırdı. bir bardak suyu içirdi ardından yine zorla. oysa ben hiç korkmamıştım ki. o an düşündüğüm tek şey "eğer beşe kadar değil de yine üçe kadar saysaydım ben kazanmıştım" olmuştu. arkadaşlarımın o kocaman gözleri bana bakarken yadigarla gözgöze geldim. ağlıyordu. o günden sonra bir daha hiç o yarışı yapmadım. yadigarın anlattıklarını da daha büyük bir hayranlıkla dinlemeye çalıştım. icad ettiğim o oyunun birgün bir cana mal olması ile ilk acımı yaşadım.
ibrahim'di adı. yan dairede otururlardı. erkek çocuk sahibi olabilmek için 5 çocuk yapmış bir ailenin en küçük çocuğuydu. dostumdu. sırdaşımdı. yadigara inanmadığımı ama üzülmesin diye hayranlık numarası yaptığımı bir tek o bilirdi. saçları hep üç numaraydı. diken diken ama yumuşacık. bir öğlen vaktiydi. evdeydim. anneannem bir yandan bana birşeyler yedirmeye çalışırken diğer yandan da radyodaki şarkılara eşlik ediyordu. önce bir fren sesi duyuldu. hemen balkona koştum. kimler yarışmıştı acaba? kim kazanmıştı? kocaman bir ekmek kamyonu durmuş, etrafında da bir sürü insan vardı. anneannem yanıma geldi. "içeri gir" dedi. girdim. ama yarışı kimler yapmıştı, kim kazanmıştı? yoksa fatma teyze birine yine su mu içiriyordu? "gülten hanım, kimmiş?" diye seslendi anneannem. gülten hanım teyzenin sesi merakımı biraz giderdi. "ibrahim". demek ibrahim yarışmıştı. yine balkona koştum. anneannem ağlıyordu. herkes ağlıyordu ama en çok ibrahimin annesi. onca kişinin içinden en çok onun ağlaması duyuluyordu. polis geldi. herkes kenara çekildi. rüzgara direnen gazete kağıdı birini örtüyordu. biri vardı o kağıtların altında. bir yerleri kanayan biri. çünkü kan olmuştu gazete, kan olmuştu yerler... akıyordu kan yokuştan aşağıya. yarışan ibrahim'di. beni "ölüm"le ilk tanıştıran da...
bir daha kimse yarışmadı. hiç bir cesaret yarışması yapılmadı. yasakladım. hatta beşinci katın balkon demirinde yürüme yarışmasını bile. üstelik o yarışmada yarışan tek kişi olduğum halde. kimse cesaret edip çıkamazdı benden başka. üç kenarında dolaşırdım balkonun. türkmen teyzelerin, yani yadigarların balkonunun. arsanın diğer tarafındaydı onların apartmanları. karşı karşıyaydı bizimkiyle. bir gün alt komşumuz görmüş beni. anneanneme söylemiş. bir daha tek başıma hiç gidemedim yadigarlara o günden sonra. ibrahim'den sonra da hiç yarışmadım zaten...
dedem görünür görünmez sokağın köşesinde, çocukların hepsi "dede dede" diyerek yanına koşardı. o da hepsinin başını okşar, cebinden çıkardığı akide şekerlerinden verirdi onlara. ben beklerdim. en son yanına ben gider, gururla elini tutar, pamuk yanaklarını öperdim. o benim dedemdi. kim bilir kaç çocuk benim yerimde olmayı isterdi. o benim dedemdi...
kardanadam yapardık o arsada kışları. gizli konuları konuştuğumuz sığınağımızdı o arsa. bugün saydım, üzerine yapılmış apartman tam sekiz katlı.herşey öyle değişmiş ki, herkes yok olmuş. kimse yok tanıdığım. sokak sadece park etmiş arabalara kalmış. ne çocuk cıvıltısı ne de "sami efendi, iki ekmek koysana sepete sana zahmet" sesleri. içim acıdı. gözlerim doldu. rüya mıydı o yaşananlar yoksa, yoksa asıl şimdi mi daldım uykuya... değişen sadece insanlar değil, onların değiştirdikleri sokaklar da değil... değişen şimdi "anı"lar. "anı"lar değişmekte. "gözlerden tebessüm eşliğinde süzülen damlalı" anıların yerini "mimiksiz, duygusuz" anılar almakta.
değişen sadece insanlar değil... ANIlarımız değişmekte.

Dedem ve Anneannem...

Beni "ben" yaptınız. sevmeyi ve sevilmenin tadını öğrettiniz. sizi çok özlüyorum. çok seviyorum.

Çarşamba, Haziran 27, 2007

zınkkk!!! Kısa mesajınız mı varrr? üzülmeyinnn! :) muah :-*


hazır söze başlamışken biraz daha dizelim harfleri yanyana... kombinasyonlandıralım :P kelimeleri aralarında...
sevgilim dedim az önce. dedim demesine de, "dedim"de kalmadı işte. demeye devam etmek üzereyim zannımca, hatta üzere değil devama başladım bile görüldüğünce :)
gözlerinin içiyle gülen insanlar vardır ya? gözleri güler dudaklarının yanında, sıcacık olurlar hani, hissedersiniz içinden geçenleri gözlerinden, sizi mutlu etmek isterler, hep gülmenize çabalarlar, sarıldıklarında sanki apayrı bi' dünyadaymışsınız gibi hissedersiniz hani, hele öpüşlerinde ayaklarınız yerden kesilir ya, evet evet gerçekten kesilir, öyle parmak uçlarına basılma kaynaklı kesilişler değildir... "siz" gibidir ya, sizin gibi... aynı fikirleri, aynı şakaları, aynı farklılıkları yaşadığınızı anladığınız da "aaa" demenin dışında "allaaahım nerdeydi bugüne kadar?" diye geçirirsiniz ya içinizden... hayata bakışı sizinkiyle örtüşür ve espirileri sanki sizinkilerin "den den"leridir ya hani. başkalarına saçma gelecek birçok şeyden keyif alır ya tıpkı sizin gibi, mesela bi' gps'le karaköyden kadıköye geçerken uyduyla iletişim halinde olmanızdan aynı zevki alır ve aynı heyecanı yaşar ya, gözü hep gps'te "heh işte bak haydarpaşa" derkenki mutluluğu sizinkiyle tıpatıptır ya... herkes garip garip bakarken hiiiiç sallamazsınız ya... kelimeleri sizin gibi kullanır ve bu nedenle şaşırıp kalırsınız ya zaman zaman, başkalarının hiç anlamadığı bir kelime gurubundan oluşan espirilerinize katıla katıla gülersiniz ya beraber... size yazdığı "ninjaa kaplumbaalar gördüm üstünde gabuu yok, ninjaa gabuklar gördüm içinde kaplumbaa yok. na'bıon kadınım, kısraam akıl sahibi zeki kişilik bi ses ver hele" cümlesi bugüne kadar aldığınız en romantik mesajdır ya hani... hayatınıza bir anda girer ve bir anda "hayatınız" oluverir ya... düşünüldüğünüzü, sevildiğiniz, önemsendiğinizi bilmenin tadına varırsınız ya, yanında olmanın keyfine doyum olmaz ve beraber yapılıp yenilen yumurtalı patatesin tadı da daha bi' damağa yapışıp kalır ya... herşeyin tadı daha bi' güzel olur da beraber yaşadığınız yaptığınız herşey "en" hazlısındandır ya... hazlar kelimelerde kalmaz hücrelerde yaşanır ya... mutluluk içinizden taşar ve sizi yaşamla sarmaş dolaş eder ya... bende bundan var bi' tane :) he he var evet...
oleyyyyyy....
erkeğem, sevdiceğim, en bi' gahramanım, yiğidim, her bişiiimmm... iyi ki çıktın karşıma börtü böcüüm. nasıl mırmiim he söölesene, nasıl mırmiiim? karafattım iz oldu. pikaçuları seninle cittu. yani ne istediysem, ne beklediysem, hepsi sende en tatlı en her bişii yarim. muah ve mucucuk...
sevirem lennn heayttt!!! ;)

"habe Mut!"... ama nasıl?

mümkün mü? yapabilir miyim? yapmalı mıyım? yapmazsam? yapmazsam, bir gün hesap sorar mıyım kendime? cesur olabilir miyim o kadar? yapamaz mıyım yani?
herşeyi, herkesi geleceğimin arkasına atmak istiyorum... uğraştığım tüm işleri, beni mutsuz eden tüm insanları... yarın olduğunda, uyandığımda, hayatımda sadece üç şey olsun istiyorum... o üç şeyle tamamlamak yolumu... elimin tersiyle süpürmek geri kalan her bişeyi hayatımdan... silmek... aklımı fikrimi sırf o üç şeye yormak, o üç şeye konsantre olmak ve sırf o üç şeyle uğraşmak istiyorum... mutlu olmak ama tümden mutlu olmak için. çapaksız bir mutluluk için... sadece oğlum... sadece sevgilim... ve sadece tiyatrom...

Pazar, Haziran 24, 2007

en içten dileklerimle...

Hikayemizin kahramanları, herkes, birisi, hiçkimse ve herhangi biri'ydi.
Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve herkes, birisinin o işi yapacağından emindi. aslında herhangi biri o işi yapabilirdi ama hiçkimse yapmadı. birisi buna çok kızdı çünkü, bu herkes’in işi idi. herkes, herhangi biri'nin o işi yapabileceğini düşündü fakat hiçkimse’nin yapmadığını fark etmedi. Ve sonuçta herhangi biri'nin yapabileceği işi hiçkimse yapmadığı için, herkes, birisi'ni suçladı. (Berthold Brecht)

yine naçizane bi'şeyler demeye çalıştım Brecht'in aracılığı ile... umarım anlatabilmişimdir içimden geçirdiklerimi sizlere. kendi hayatımın zorluklarına, içinde yaşadığım ülkenin, memleketimin, insanlarımın çektiği zorluklar ve acılar da eklendikçe, geleceğe yönelik beklentilerim, hayallerim, köpükten balonlar gibi patlayıveriyorlar havada. dilerim değişir herşey. güzelleşir, umut kokar... belki o umut kokuları benim üzerime de siner... beni daha güçlü yapar... yaşamaya mecbur olduğumdan değil, yaşamak istediğimden yaşatır... dilerim!!!











toz pembe hayallerin, pembesi solmasın da tozu kalmasın inşallahhhh :P

hayatınızda herşey başaşağı giderken, tek birşey "harika" olur ve kendinizi çok ama çok mutlu hissedersiniz ya, ya da bu bana böyle olur bilmem ama öyle ya... sanki yolunda gitmeyen onca şeyi yolunda giden o tek bir şey siler atar ya... sanki herşey güllük gülistanlık olur ya... en mutlu sizsinizdir, en şanslı, en neşeli, en huzurlu... hani herkes size bakıp da "vay be oooh ne rahat, oysa biz..." diye başlayan cümleler kurar ya... ne dert ne keder vardır sizde, ne yaşam kaygısı ne herhangi bir mücadele... sanki herşey önünüze bir gümüş tepside sunuluyordur ya... hani öyle sanılır ya... işte öyle bir hayattayım son günlerde... hani dışı sizi içi beni yakar ya... ondan işte... aynından. :)

Perşembe, Haziran 21, 2007

dön dünya dön sen... dönmeye devam et...


"bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya..."(O.V.K.)
umurumda
yalanlarla yanlışlarla dönse de inadına,
gözyaşlarını gülüşlere tercih etse de
akıllara sığmayacak şeylere, insanlık dışı katliamlara göz yumsa da
aç kalan çocuklara sırtını dönüp, zaten vıcık vıcık yağa bulanmış göbeklere hizmet etse de
hakimiyeti, kendini bi' ...ok sanan ...okların eline vermiş olsa da
benim umurumda bu dünya
o beni hiiiç umursamasa da...



ne desem az... ama hepsi de en derinden... Kerem Alışık'a... beni sevdama kavuşturana...

en büyük aşkımla yeniden biraraya getirdin beni... sana bi' "can" borcum var artık... çok ama çok teşekkür ederim. nefes almanın güzel bi'şey olduğunu hatırlattığın için bana... yüzüme eski gülüşümü verdiğin için tekrar... beni "ben" yaptığın için yeniden.
çok teşekkür ederim. tiyatromu sayende tekrar sarmalayabildim.

yazdım yazdım yazayazdım da ne yazdım :s

(not: kullandığım fotonun yazıyla bi' alakası yok. o dostlarıma yine benden küçük bir hediye ;))
tatil oldu. ve ben her zamanki gibi tatil olunca, yapmak istediğim pek çok şeye zaman bulamaz oldum. sanırım insan çalışırken ya da günleri çok doluyken daha bir planlı programlı olup, her işini tamamlayabiliyor. :) ya da ben tembelim :D... hiç bi'şey yapasım yok... tüm gün başıboş ve vurdumduymaz olmak keyif veriyor. müzik, güneş, oğluş ve sevdiğim...
hiç birşey umurumda değil bu sıralar... sanki "tez" kendi kendini yazacak :s. yetiştirmek zorunda olduğum çevirim? kitabın daha yarısına bile gelemedim :s. mayhoş, mayışık ama nahoş değilim. enerjim var hem de "full şarj" :) ama ne hikmetse kullanmam gereken yerlere yönlendiremiyorum onu. alakasız yerlerde mutlu çünkü. sanki bir enerji kaynağı var içimde. nükleer mi, güneş kaynaklı mı bilemem ama ben coştukça azalacağına daha da birikiyor, doluyor. ve tezim bi' yerde, çevirim bi' yerde, öööyle garip garip bana bakıyorlar.
aklım yine aynı yerde çünkü. aynı sevdada. aynı aşkta. şu an hissettiğim ve yaşadığım herşeyin nedeni o. özlemim... karasevdam. geç kavuştuğum ama ölene dek bırakmayacağım göznurum...
aklım fikrim onda. ne tez, ne çeviri... her hayalim onunla...
bunca sene ayrı kaldım ondan... şimdi düşünüyorum da, on iki sene nasıl yaşayabilmişim ben solumadan? nasıl kalabilmişim onsuz? nasıl dayanabilmişim TİYATROMSUZ?
of ya bu nasıl bir aşk böyle... anlayan varsa beri gelsin bi' hele... koysun elini sol göğsümün üstüne ve dinlesin, hissetsin nasıl çarptığını kalbimin her "tiyatro" dediğimde...
of ya... SENİ ÇOK SEVİYORUMMM!!! çokkkkkkkkkkkkkkk.....

Çarşamba, Haziran 20, 2007

seni seviyorum...


Bugünüm yarın olsa yada hep yeni baştan,
Yaşamak ne güzel olur,hiç başlamamışsan.
Geriye ne kalırdı yaşananları atsak,
Seni bir daha yaşamak isterim aslında.
Beni al kucağına,elini belime sar.
Beni almadığın an üşürüm sabaha kadar.
Beni al kucağına,elini belime sar.
Beni almadığın an ölürüm beni al.
Biraz önce uyurken seni koynuma aldım.
Dudağından öperken uykudan uyandım.
Sana böyle uzakken seni bir daha sevdim.
Yanına gelebilsem bir daha dönmezdim.
Beni al kucağına,elini belime sar.
Beni almadığın an üşürüm sabaha kadar.
Beni al kucağına,elini belime sar.
Beni almadığın an ölürüm beni al.

Perşembe, Haziran 14, 2007

henüz vakit varken... aşk varken henüz bizler için... henüz burdayken...

bu nasıl bi'şeydir böyle. neden tadına doyulmuyor ki güzelliklerin... neden tadına varılmıyor...
bitecek nasılsa... herşey... gördüğün, bildiğin, söylediğin, işittiğin, dokunduğun, sevdiğin, sevmediğin herşey...
oysa daha burdayız. ve henüz burdayken yapmak gerek yapılması gerekenleri, söylenmesi gerekleri söylemeli.
sevmeli, sevdiğini söylemeli... sevildiğini duymalı...
sarılmalı yok oluşlara inat. sımsıkı... her bir hücre hissedilircesine sarılmalı...
öpüşmeli... dakikalarca. nefessiz kalırcasına.
sevişmeli... tenler karışırcasına... bütün olurcasına...
gülmeli durmamacasına... ağız dolusu gülmeli.
ağlamalı... silmeden yaşları... süzülüşlerini izlemeli yaşların, en güzel yüzlerden süzülüşlerini. tuzlu tuzlu öpmeli o yaşları... o gözleri öpmeli.
dokunmalı dokunulası herşeye.
sevmeli
sevdiğini söylemeli
sevildiğini duymalı
bilmeli...

Salı, Haziran 12, 2007

işte buuu!!! :)

Özlem Tekin'den aldım bu sözleri ama kimseye vermiyorum, yanlış anlaşılmasın. her bir söz kendime, bana... yıllardır yaptığım, yıllardır başardığım "tek başımalığım"'a ithafen... ve yıllarca sürecek olan...
hep yek'tim, hep tek'tim ama öyle ya da böyle herşeyin üstesinden geldim.
e gel de söyleme bu şarkıyı şimdi bağıra bağıra? :) hadi o zaman başlamalı hemen... bir (i)ki üç dört...
Gün benim günüm hiç bi engelim yok bu kez önümde
Az düşünmedim çok üzülmedim
Yaş da yok gözümde
Ayrılık ya bu zor biraz
Ama geçer günün birinde
Sensiz olmaya razıyım
Bırak bitsin bittiyse
kalmam seninle karar verdim gitmeye
Bundan böyle hepyek hep tek başıma
Dere tepe dümdüz kendi yoluma
Yalnız kaldım sanma koca dünya yanımda
Bundan böyle aşkım mevlamdır
Kanmam yalana
Dizginsiz aklım belalımdır almam yanıma
Gün gelir geçer ay biraz durur yılların cebinde
Az direnmedim çok gücenmedim
Hırs da yok içimde
Hürriyet ya bu zor biraz
ama güzel yeri gelince
Yardan olmaya razıyım
Bırak bitsin bittiyse
Durmam yerimde
Karar verdim gitmeye
Bundan böyle hepyek hep tek başıma
Dere tepe dümdüz kendi yoluma
Yalnız kaldım sanma koca dünya yanımda
Bundan böyle aşkım mevlamdır
Kanmam yalana
Dizginsiz aklım belalımdır almam yanıma

Pazar, Haziran 10, 2007

?

ne göründüğüm gibi olmaya çalışıyorum ne de olduğum gibi görünmeye. zaten göründüğüm kadar ben'im, olduğum kadar var...
yani diyeceğim o ki; anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar...

Cuma, Haziran 08, 2007

sevmemek de varsa serde, sevmeyiz bundan böyle biz de...

işte o günlerdeyim... hani herşeyin daha fazla olup, bir eşikten atlamak zorunda kalınıldığı zamanlarda... yaşamın yüzüne bakılmak istenmeyen zamanlarda...
düşündüm de, hatalıyım. gerçekten hatalı. kimse yanımda olmak zorunda değil ki... anlamak zorunda da... herkes kendini kendinde yaşıyor demiştim. ve buna rağmen biraz da olsa "beni" yaşasınlar beklemiştim... ama herkes kendiyle... tıpkı benim gibi. yanlarında olduğum sürece umurlarındayım. bir adım uzakta yokum artık... herkes anlamını kaybediyor bende. kopuyor benden herkes. sevmeyi bir "suç" başlığına hapsedip, zindanlarda çürütmemi istiyorlar. sevmeyi unutturuyorlar. sevmekten nefret ettiriyorlar. sadece sözlük anlamında sıradan cümlelerde kullanmam gerektiğini fark ettiriyorlar.
"ben elmayı çok seviyorum diye, elma da beni sevecek değil ya"
ben elmayı sevsem de
yemem ki bundan böyle.
zamanla unuturum tadını nasılsa.
herşeyin canı cehenneme...

Salı, Haziran 05, 2007

yazalı çok oldu ama bugün hala herşey aynı :(


Yürürken gözüme ilişen bir durağın ismiyle bir anda sanki kocaman bir tokat patladı yüzümde. Kendime geldim sanki. Sanki "gördüm" sandığım şeyleri asıl o an fark ettim. Çokbilmişliğimden utanmam gerektiğini, herkese akıl verirken, durup bir düşünüp "sen ne yaptın ki"yi kendime sormam gerektiğini fark ettim. ŞEHİT ER EROL ... idi durağın adı.
Kim bilir kaç yıl o sokakta oturmuştu Şehit er Erol? Belki çocukluk yılları da orda geçmişti. Orda, o sokakta arkadaşlarıyla futbol oynarken hırslanmış, saklambaç oynarken heyecanlanmıştı. Belki o sokakta tanımıştı ilk aşkını. Belki o sokağın köşesinde buluşmuşlardı gizli gizli... Belki o sokağa bakan penceresinde kurmuştu gelecek hayallerini. Ve o sokaktan uğurlanmıştı davullarla zurnalarla "en büyük asker bizim asker" nidalarıyla Şehit er Erol. Ve anacığının yüreği o sokakta yanmıştı, aldığında oğlunun acı haberini. O sokakla hellalleşmişti Türk Bayrağına sarılı tabutunda Şehit er Erol...
O sokakta ve daha nice sokaklarda yaşadı Şehit Erol'lar, Şehit Ali'ler, Şehit Hasan'lar... Ve o sokaklarda şimdi en büyük acıyı yaşadıkları halde "vatan sağolsun" diyen analar yaşamaya çalışıyorlar.
Bu kadar mı basit?
Birkaç serseri, doyumsuz bir azimle ceplerini daha da şişirsinler diye, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" vurdumduymazlıklarına rağmen hala meydanlarda alkışlanan liderlerimiz (!) koltuklarını kaybetmesinler diye, "aman AB" "aman ABD" "aman IMF" diye diye; üç-beş çapulcu gencecik hayatları, gencecik hayalleri yok etmeye devam ediyor. Anaların, gözlerinden sakındıkları evlatlarını bir hayin pusuyla avlayarak, yüreklerine ateşler düşürüyorlar.Ve sonra ne mi oluyor? Şehit er Erol ... durağı, Şehit yüzbaşı Ahmet ... sokağı... Şehit üsteğmen Hasan ... bulvarı...
Bu kadar mı basit?
Hayır!!!
Duyun, bilin ki değil.. Bu kadar basit değil. Gelin, görün, okuyun bizi. Biz "çok"uz. Biz aptal değiliz. Biz kör değiliz. Ve en güzeli de ne biliyor musunuz? Bizim ellerimizi kollarımızı bağlayan çıkarlarımız yok... Biraz daha, çok az daha bekleyin. Tadını çıkarın tepelerde olmanın.
Çok az kaldı tanışmamıza...

hadi yine iyisiniz :P

e hadi size bi kıyak daha kızlarrr :P...
hani yazcağam da birşey yok ama... sırf istediniz diye. bir öncekinin aldığı reytingden yani :)
ama başlamışken bişeyler ekleyeyim bari. boşa gitmesin uğraşım di mi?
sadece şunu bilin yeter... aşklarıma doyuyorum... tadına varıyorum hepsinin. oğlum... tiyatrom... ve sevgilim... yani "yaşıyorum çok şükür"lerde değilim şu sıralar..."yaşam budur işte"lerdeyim.
darısı sizlere. en aşık olduklarınız her kimse, her neyse...
pek normal olmadığımdan mutlaka üzülüp, sıkılacak birşey bulurum, biliyorum... ama şu sıralar "hayat"ımı çok seviyorum.