"alman sakızı var mı? versene!" derdi semra. n'apıyor acaba şimdi?bugün çocukluğumda kalmış olan o sokağa, o eve gittim. uçsuz bucaksız gelirdi bana, sanki sokağımızın bir ucundan diğer ucuna gitmek saatlerimi alacakmış gibiydi... istemezdim, bakkalımız "sami amca'ya" gitmeyi. dükkanı sokağın en ucundaydı çünkü. bugünse adımlarımı saydım 78 adım. küçük adımlarla 78 adımda sokağın bitimindeydim.
"erkek fatma" derlerdi ona. yetmişli yılların sonundaki öğrenci hareketleri zamanında, karşıt guruplu öğrencilerin çatışması sonucu sağ görüşlü bir genç yaralanmış. sokağa çıkma yasağı var. genç kan kaybediyor. yerde öylece yatıyormuş. zemin katta otururdu fatma teyze. pencereden çıkmış, çıplak ayak. tüm gücüyle koşmuş gencin yanına. "benim de oğlum var" diyerek kucaklamış ve kucağında hastaneye kadar taşımış. "erkek fatma teyze".
akşamüstleri ev işlerini bitiren her kadın, avuçladığı çerezini "çıtlatarak" fatma teyzenin penceresinin önündeki kaldırım taşına oturur, günün heyecanlı olaylarını paylaşırdı diğerleriyle. anneannem o sohbetlerin hep "en popüler" ismi olurdu. ona danışılırdı her konuda. "aman kızım fatma, evladım var diyorsun ama orada yalınayak koşarken sana birşey olsaydı, biri birşey yapsaydı, evladın n'olacaktı düşünmüyorsun" demiş ama yine de "erkek kadınsın, helal olsun" cümlesini de eklemeyi unutmamıştı fatma teyzeye o günün ertesindeki kaldırım sohbetinde.
sohbetler hep yine anneannemin anlattığı fıkralarla son bulurdu. herkes evine çekilirdi gülerek. bizler, yan apartmanın önüne serdiğimiz kilimlerin üzerinde evcilik oynar ama kulağımızı da kaldırım sohbetlerinden alamazdık. "ayıp" şeyler de konuşulurdu bazen. hele o anlarda oyunumuza ara verip, pür dikkat kesilirdik.
anneannemin fıkra anlatmaya başlamasıyla da yalvarışlar başlardı:" anneanne n'olur biraz daha kalalım. hemen eve gitmeyelim. yadigarlara gideyim. o bize gelsin"yadigar. bir yaş büyüktü benden ama içimizdeki en görmüş geçirmiş(!) en çok şeyi bilenimizdi. konuşmalarımız genelde onun başına gelmiş doğaüstü olaylarla ilgili olurdu. cesurdu. korkmazdı. cinleri döverdi. mezarlıktan geçer, ayağını tutan ölülerle baş ederdi. hayrandık cesaretine. onun cesareti hep doğaüstüydü benimkilerse "gözükaralık".
ıspatlamak isterdim ona kimin daha cesur olduğunu. en iyi arkadaşımdı ama inanmış görünmekten de çok sıkılıyordum. kaybetmemek için onu "ben korkardım, keşke senin gibi olsaydım" diyordum. zaman zaman ona meydan okumaktan da geri kalmıyordum cesaret konusunda. apartmanımızın önünden, karşıdaki arsaya geçme yarışını keşfettim sonra. erkeklerle bile kapışırdım. ama en çok yadigarla. bu öyle sıradan bir geçiş değildi ama. sokağın başında araba görünür görünmez üçe kadar sayıp koşmadan, hızlı adımlarla geçecektik karşıya. her seferinde acı bir fren sesi çınlatırdı sokağı, hep ben kazanırdım o yarışı.
bir gün bir arabanın soğuk metalini hissettim tenimde. öylece kalakaldım. fren sesi... sessizlik... bir kaç saniye miydi, birkaç dakika mı, saat mi bilmiyorum. anlayamadım. sessizlik oldu işte. sonra anneannemin balkondan seslenişi kulağımda çınladı. "özlemmm". şoför indi yanıma geldi. birşeyler söyledi, başımı okşadı. fatma teyze koştu yanıma zorla ağzıma başparmağını sokup, damağımı kaldırdı. bir bardak suyu içirdi ardından yine zorla. oysa ben hiç korkmamıştım ki. o an düşündüğüm tek şey "eğer beşe kadar değil de yine üçe kadar saysaydım ben kazanmıştım" olmuştu. arkadaşlarımın o kocaman gözleri bana bakarken yadigarla gözgöze geldim. ağlıyordu. o günden sonra bir daha hiç o yarışı yapmadım. yadigarın anlattıklarını da daha büyük bir hayranlıkla dinlemeye çalıştım. icad ettiğim o oyunun birgün bir cana mal olması ile ilk acımı yaşadım.
ibrahim'di adı. yan dairede otururlardı. erkek çocuk sahibi olabilmek için 5 çocuk yapmış bir ailenin en küçük çocuğuydu. dostumdu. sırdaşımdı. yadigara inanmadığımı ama üzülmesin diye hayranlık numarası yaptığımı bir tek o bilirdi. saçları hep üç numaraydı. diken diken ama yumuşacık. bir öğlen vaktiydi. evdeydim. anneannem bir yandan bana birşeyler yedirmeye çalışırken diğer yandan da radyodaki şarkılara eşlik ediyordu. önce bir fren sesi duyuldu. hemen balkona koştum. kimler yarışmıştı acaba? kim kazanmıştı? kocaman bir ekmek kamyonu durmuş, etrafında da bir sürü insan vardı. anneannem yanıma geldi. "içeri gir" dedi. girdim. ama yarışı kimler yapmıştı, kim kazanmıştı? yoksa fatma teyze birine yine su mu içiriyordu? "gülten hanım, kimmiş?" diye seslendi anneannem. gülten hanım teyzenin sesi merakımı biraz giderdi. "ibrahim". demek ibrahim yarışmıştı. yine balkona koştum. anneannem ağlıyordu. herkes ağlıyordu ama en çok ibrahimin annesi. onca kişinin içinden en çok onun ağlaması duyuluyordu. polis geldi. herkes kenara çekildi. rüzgara direnen gazete kağıdı birini örtüyordu. biri vardı o kağıtların altında. bir yerleri kanayan biri. çünkü kan olmuştu gazete, kan olmuştu yerler... akıyordu kan yokuştan aşağıya. yarışan ibrahim'di. beni "ölüm"le ilk tanıştıran da...
bir daha kimse yarışmadı. hiç bir cesaret yarışması yapılmadı. yasakladım. hatta beşinci katın balkon demirinde yürüme yarışmasını bile. üstelik o yarışmada yarışan tek kişi olduğum halde. kimse cesaret edip çıkamazdı benden başka. üç kenarında dolaşırdım balkonun. türkmen teyzelerin, yani yadigarların balkonunun. arsanın diğer tarafındaydı onların apartmanları. karşı karşıyaydı bizimkiyle. bir gün alt komşumuz görmüş beni. anneanneme söylemiş. bir daha tek başıma hiç gidemedim yadigarlara o günden sonra. ibrahim'den sonra da hiç yarışmadım zaten...
dedem görünür görünmez sokağın köşesinde, çocukların hepsi "dede dede" diyerek yanına koşardı. o da hepsinin başını okşar, cebinden çıkardığı akide şekerlerinden verirdi onlara. ben beklerdim. en son yanına ben gider, gururla elini tutar, pamuk yanaklarını öperdim. o benim dedemdi. kim bilir kaç çocuk benim yerimde olmayı isterdi. o benim dedemdi...
kardanadam yapardık o arsada kışları. gizli konuları konuştuğumuz sığınağımızdı o arsa. bugün saydım, üzerine yapılmış apartman tam sekiz katlı.herşey öyle değişmiş ki, herkes yok olmuş. kimse yok tanıdığım. sokak sadece park etmiş arabalara kalmış. ne çocuk cıvıltısı ne de "sami efendi, iki ekmek koysana sepete sana zahmet" sesleri. içim acıdı. gözlerim doldu. rüya mıydı o yaşananlar yoksa, yoksa asıl şimdi mi daldım uykuya... değişen sadece insanlar değil, onların değiştirdikleri sokaklar da değil... değişen şimdi "anı"lar. "anı"lar değişmekte. "gözlerden tebessüm eşliğinde süzülen damlalı" anıların yerini "mimiksiz, duygusuz" anılar almakta.
Dedem ve Anneannem...
Beni "ben" yaptınız. sevmeyi ve sevilmenin tadını öğrettiniz. sizi çok özlüyorum. çok seviyorum.
2 yorum:
@ edi.ben:
Bu kadar olur! Sanki sözleşip de yazmışız gibi, aynı günde, nostalji rüzgarı:
Siyah Beyaz Fotoğraflı Günlerin Müzikleri
:)
Yorum Gönder