benden içeri ben yazar, benden dışarı ben okur. bir ben anlatır, bir ben anlar. kimse ne anlamak ne de okumak zorundadır.
Perşembe, Mayıs 31, 2007
hokus pokus... artık sizler de çocuksunuz...
Salı, Mayıs 29, 2007
30 mayısta doğan birine... doğumgünün kutlu olsunnn :-*
erkeğeme...
Cuma, Mayıs 25, 2007
anlamıyorum...
Iyi ki doğdun Şeref'im, iyi ki varsın...
Perşembe, Mayıs 24, 2007
her çocuk bir hayaT, her hayat bir hayaL...
biri ben, biri oğlum, biri tunusa gittiğimde bir bedevi köyünde tanıdığım Hamza... üç çocuk... üç hayat... hayaT ve hayaL arasındaki farkın bir harften ibaret olması bir tesadüf değil derim hep.
Çarşamba, Mayıs 23, 2007
"aşkımız" demiş yılmaz erdoğan... anladın sen onu ;)
aramızda 67 yaş fark vardı ama biz onunla dosttuk...
eliyle işaret ettiği yere doğru koştum. parkın duvarının dibine o kadar sıkışık park etmişti ki arabalar, zar zor aralarından geçmeye çalışarak bakındım, düşen biri var mı diye görebilmek için.
işte o an gözgöze geldik onunla. sırt üstü düşmüş, başı parkın duvarına yaslanmış, öylece duruyordu, Kafiye teyze... bir elinde işlemeli bastonu, diğer elinde de şık çantası vardı, ikisini de sıkıca tutuyordu. "yaklaşık 75 yaşlarındadır" diye tahmin ettim o an, sonra öğrendiğimde şaşırmıştım 89 yaşında olduğunu. şık bir pantolon giyinmiş, üzerinde kibar bir bulüz ve fuları vardı. saçları bembeyaz, hoş kesimliydi. dalgalı... hafif bir ruj vardı ince dudaklarında. ve o dudakları titriyordu ben yanına yaklaşıp, elimi uzattığımda ona. çantasını daha sıkı kavradı bi' yandan elini uzatmaya çalışırken bana. öyle ya yabancıydım. kim bilir neler yapabilirdim ona o çaresiz anında. tuttum elinden destek oldum ona. yavaşça kalktı ayağa. gülümsedi, teşekkür etti. elleri titriyordu. ve bir bacağını sürüklüyordu yerde. "yardım edeyim" dedim, "ne tarafa gideceksiniz?" "şurdaki marketten bir-iki parça birşey alacağım kızım" dedi. girdim koluna, ben de sizinle geleyim dedim... çok yavaş yürüyebiliyordu. "şurdaki market" dediği markete vardığımızda bayağı zaman geçmişti. ben ona kendimi anlatmıştım bile, sorduğu soruları cevaplarken.
alışverişten sonra, evine kadar eşlik ettim Kafiye Teyzeye. Poşetlerini taşıdım. salacakta oturuyordu. beni yukarı davet etti. soğuk birşeyler içmem için. yukarı çıktık. içeri girdiğimde kocaman bir fotoğraf vardı hemen sokak kapısının karşısında. siyah-beyaz... fotoğrafta genç bir bayan ve 4 erkek vardı. kadeh kaldırmışlardı ve hepsi de gülümsüyordu. erkeklerden biri... o dört erkekten biri Atatürk'tü. benim fotoğrafı incelediğimi fark edince, "eşim" dedi. "şurdaki eşim, Atatürk'ün hukuk danışmanıydı." gülümsedi sonra sıcacık.
poşetleri aldım mutfağa götürdüm. seslendi. "buzdolabında gazoz olacak, kendine koy bir bardak".
gazozumu aldım, içeri salona geçtim. pencere kocamandı. karşımda masmavi deniz görünüyordu, iki kocaman çınar ağacının yaprakları arasından. ve bir vapur geçiyordu köpük köpük... o geçen vapura bakan yalnız ben değildim. tüm şaheserliği ile topkapı sarayı, ayasofya ve sultanahmet camii de bakıyordu benim gördüğüm vapura. tam karşımdalardı. pencerenin önünde bir sehpa, sehpanın iki yanında kocaman iki koltuk vardı. birine Kafiye Teyze oturmuştu. diğerine oturdum. sonra saatlerce konuştuk. biraz benden, biraz ondan. parkinson hastası olduğunu söyledi, kısmi felç de geçirmiş ama biraz düzelmiş. yalnız yaşıyordu. eşi öleli yaklaşık 15 yıl olmuş. hiç çocukları olmamış. evlat edinmişler bir kız çocuğunu. okutmuşlar. bir subaya aşık olmuş. evlenmiş. izmir'e yerleşmiş. önceleri pek gelmese de ararmış. ama eşi vefat ettikten sonra Kafiye Teyzenin, bir daha hiç aramamış kızları onu.
ablası varmış. hala yaşıyormuş. ablasının kızları, torunları varmış. ama ablasının dışında pek kimse istemiyormuş Kafiye Teyzeyle görüşmeyi. ablası da kızında yaşadığı için, Kafiye Teyze gitmeye çekiniyormuş. gündüzleri, öğlene kadar bir kadın geliyormuş evine haftasonları hariç her gün. evini temizleyip, toparlıyor, yemeğini yapıyormuş. ama çocukları okuldan gelmeden eve dönmesi gerektiğinden Kafiye Teyzenin yanında pek kalamıyormuş.
o gün başladı dostluğumuz Kafiye Teyzeyle. her gün gittim ziyaretine okul çıkışlarımda. beni camın önünde beklerdi. el sallardı görünce. gülümserdi sıcacık. sonra ayağa kalkardı bastonuna tutunup. anlardım kapıyı açmak için kalktığını. acele etmezdim, yavaşça çıkardım basamakları ki beni kapının önünde beklerken görüp, üzülmesin diye.
birgün yine ziyarete gittiğimde, çenesinin altındaki yarayı gördüm. kollarının ikisi de dirseklerden aşağıya doğru kocaman yara olmuştu. "n'oldu Kafiye Teyze" dedim. düşmüş gece tuvalete kalktığında. kalkamamış bir daha. alt komşuda anahtar varmış. onları aramak için salona kadar sürüklemiş kendini yerde. ve çenesi, kolları o yüzden bu hale gelmiş.
sarıldım... gözlerim doldu. "yalnız yaşamanız beni çok üzüyor, her gün sizi bırakıp giderken burada, içim huzursuz oluyor. buna bir çözüm bulsak" dedim Kafiye Teyzeye... "bana güzel bir huzurevi bul bi'tanem" dedi.
vitrinlerinde, televizyonun üzerinde, evinin her köşesinde benim fotoğraflarım vardı. en baş köşede de mezuniyet fotoğrafım. gurur duyduğunu söylemişti benimle. kendimi ne kadar yüce hissetmiştim o an...
tuzlada harika bir huzurevi bulduk. kadir has öğretmenler için yaptırmıştı. yerleşti oraya ben de her hafta gittim ziyaretine. çok mutluydu. herşeyden, herkesten çok memnundu.
bir gün beni aradı... yeğenleri gelmişler, oradan çıkarmak istiyorlarmış Kafiye Teyzeyi... uzakmış Tuzla... gidip, gelemiyorlarmış her zaman.
sanki ne zaman gelmişlerdi ki ziyaretine. bi'şey demedim. karışmaya hakkım yoktu çünkü.
acıbademde başka özel bir huzurevine (diğerinden daha ucuz... artan para kendilerine kalıyordu bu arada) yerleştirdiler Kafiye Teyzeyi. çatı katında, yatalak bi başka teyzeyle aynı odayı paylaşıyordu. çatı katında olduğu için pek başka kimseyle görüşemiyordu. bana"yine o huzurevine götür beni. ayarla. burda çok sıkılıyorum."dedi. söz verdim Kafiye Teyzeye. aradım hemen tuzladaki huzurevini, üç hafta sonra mümkün dediler. sevindim. ertesi hafta ziyaretine gidemedim Kafiye Teyzenin. huzurevinin telefonlarından ulaşmak da mucizeydi adeta. ya kimse cevap vermiyor. ya da hep meşgul çalıyordu.
bir sonraki hafta gittim tekrar. danışmadaki kişi "Kafiye hanım yok artık, ailesi onu burdan alıp, başka bir huzurevine götürdü" dedi. sevindim. tuzladaki yer diye düşündüm. ama tuzlayı aradığımda orada olmadığını öğrendim.
tekrar bir ipucu bulurum ümidiyle acıbademe gittim. kimse bilmiyordu nerede olduğunu ve ona ulaşabileceğim bir tek numara vardı ellerinde o da hiç cevap vermiyordu.
haftalarca uğraştım bir küçük iz bulabilmek için. evine gittim panjurları kapalıydı. alt kattaki, üst kattaki tüm komşularına telefon numaramı bıraktım. biri gelirse, bir haber alırlarsa mutlaka bana ulaşmalarını tembih ettim. ama nafile.
iki yıl. koskoca iki yıl hiç haber alamadım Kafiye Teyzeden. oysa altı yıllık kocaman bir zaman paylaşmıştık onunla. hayal olamazdı, rüya da... altı yıl. altı yıl boyu çok güldük, çok ağladık, dertleştik. şakalaştık... hatta bir tanıdıklarının oğullarıyla tanıştırmak istedi beni. "çok iyi insanlar maddi durumları da iyi. Ali de çok kibar biri, çok yakışırsınız birbirinize" "utanırım ben Kafiye Teyze, yapamam öyle şeyler, tanışma vs gibi"dedim. kırıldı biraz :)
çalıştığım yerde zaman zaman selamlaştığım ama pek de samimi olmadığım bir kız vardı. bir gün herkesin ona "başınız sağolsun" dediğini fark edince yanına gittim. başsağlığı diledim. teşekkür etti. "yaşlıydı zaten çok, 90ın üstündeydi" dedi. "büyük teyzem olurdu. annemin teyzesi yani. birkaç yıldır huzurevinde kalıyordu" içime tuhaf bir his çöktü o an... adını sordum. "teyzenizin adı neydi?" sanki cevabı tahmin ediyordum, gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı bile "Kafiye Baysal" dediğinde...
Salı, Mayıs 22, 2007
anlamamışsın meğer... anladın sanmıştım...
Cuma, Mayıs 18, 2007
erkek büyüktür dişiden, yok yok dişi büyüktür erkekten... yok ya erkek eşittir dişi... eee geçiniz effennim geçiniz bunları yahu!!!
öpücükkkkkkkkkkkk (hatta "-cük"süz. kocaman bir "öpüş")
"mucuk" hayata...
sulu.ben :P
su oldum akıyorum işte... kattım kendimi derin ve uzun bir nehire. önce battım en dibe. sonra tekrar yüzeye çıkıp, kulaç attım delice. küçük bir kaya parçası vardı tam ortasında neh'rin. yüzdüm oraya. attım kendimi üstüne. şöyle bir baktım etrafıma. ne kadar uzun, ne kadar geniş bir akarsu... nereye yüzmem gerek ki?... ne anlamı var ki çırpınmanın. çırpınsan da boşa, nasılsa götürüyor seni dilediği yere. bıraktım kendimi yine buz gibi akan suya. sadece uzandım bu sefer. tüm ağırlığımı kattım ona. taşısın götürsün dilediği yere. zaman geçtikçe, su oldum... kattım kendimi ben de ona... akıyorum şimdi onunla. mutluyum çağlamakla. bazen köpük köpük, bazen yavaş yavaş akmakla...
Perşembe, Mayıs 17, 2007
benden bu kadar... yeter artık...
Çarşamba, Mayıs 16, 2007
yaşasın bağımsız "edi" cumhuriyeti!!! :P
Salı, Mayıs 15, 2007
özgürlüğüm hapsolmuş...
Pazartesi, Mayıs 14, 2007
bloğuma tekrar bir göz attım.
çocukluk şarkımın olduğu video görüntüsünde yepyeni bir kare gördüm.
onu ben yüklemedim.
"99 lufballons", benim ilk uzun metrajlı şarkımdı.
çocukluk yıllarımın anısıydı.
oysa o yeni karede bambaşka bir şarkı daha vardı...
başka bir anıya ait.
nasıl orada olduğunu anlamadım ama yine de açıp dinledim işte.
beni yine benden alıp "o tepeye" götürdü...
o sözler, o sözcükler...
"liebe ist..."
(...)
Gute Nacht, mein wunderschöner,
Und ich möcht mich noch bedanken.
Was du getan hast, was du gesagt hast,
Es war ganz sicher nicht leicht für dich.
Du denkst an mich, in voller Liebe,
Und was du siehst, geht nur nach vorne.
Du bist mutig, du bist schlau,
Und ich werd' immer für dich da sein,
Das weiß ich ganz genau.
(...)
Wir sind zwei und wir sind eins,
Und wir sehn die Dinge klar.
Und wenn einer von uns gehen muss,
Sind wir trotzdem immer da.
Wir sind da, wir sind da, wir sind da.
(...)
LIEBE IST
SO WIE DU BIST...
sakarya yoluculuğunda
Cumartesi, Mayıs 12, 2007
ya nina "ben"di ya da "ben" nina'ydım... çehov beni nerden tanıyordu ki? yoksa o bir kahin miydi? nina mı ben, ben mi nina...?
bu günde de bir çok ben vardım bende. ama hepsi mutluydu bu "ben"lerin.
güneş içimdeydi tüm gün. renkler sarmıştı beni. kıpır kıpırlardı mırıldandığım tüm şarkılar.
nina'ydım bugün... puma'ydım biraz da. macbeth de vardı biraz. biraz da ofelia...
biten bir gün daha... güzel bir gün daha...
nina'ydım dedim ya...
"bastığım toprakları öptüğünü neden söyledin bana? öldürmeli beni... bir martıyım ben... hayır!...."
nina'ydım bugün... ve fark ettim ki, "nina" benmiş meğer, ben de nina... ne kadar bendendi tüm kelimeler. gözlerim dolduğunda, yaşlar yanaklarımdan süzüldüğünde, "ne kadar güzel oynuyor" denmiştir belki de.
oysa "nina"yım ben zaten ya da nina "ben".
bir "martı"yım ben... öldürmeli beni... bir martı... hayır, hayır bir aktristim ben...
Perşembe, Mayıs 10, 2007
ne "gel" derim ne "kal" ne de "dön"... herkes kendi kararında özgür BENde
minik erkek büyüyor... :)
Çarşamba, Mayıs 09, 2007
yardım et bana yüreğim!!!
Salı, Mayıs 08, 2007
ZİNCİRleme hayaller...
Pazar, Mayıs 06, 2007
şaştım kendime ama sevdim kendimi, böyle hissedince :)
Cumartesi, Mayıs 05, 2007
bana...
Cuma, Mayıs 04, 2007
demek öyle...
Perşembe, Mayıs 03, 2007
gerçek dost'a... Osman'a...
ve doğumgünümün, hatta geçmiş ve gelecek doğumgünlerimin en güzel hediyesini verene kocaman sıcacık bir teşekkürr... öyle bir hediye ki... düşündükçe her seferinde yenilenen. kendimi güçlü hissettiren.
sıcacık bir cümleyle gelen... "ne zaman istersen, telefonum 24 saat açık, ihtiyacın olduğunda ara" diyen ve bunu tüm kalbiyle söyleyen bir "dost" hediye etti bana. "kendini". bu cümleyi bu kadar içten ilk defa duydum. ilk defa emin oldum, hep yanımda olabileceğinden birinin.
nasıl tanıştık? nerde tanıştık?... tanışmamız gerekmiş. yollarımızın kesişmesi gerekmiş. iyi ki de kesişmiş.
enerjisiyle enerji veren, gülüşüyle gülüş veren, sözcüklerle bile eğlenen Osmanım'a, kameramanıma, Osi'me "seni çok seviyorum" diyorum "iyi ki doğdum, iyi ki doğdun, iyi ki doğduk"
yolun yarısıysa eğer benim için de 35, bir turu daha var dünyanın, yolumu yarılamaya
3 Mayıs...
onun dışında, sadece döndüm işte... dünyayla... döndükçe saydım turlarını...
beni bilenlere, anlayanlara şu sözüm; "iyi ki sizler varsınız... hepinizi çok seviyorum!!!"
şimdi kendime bir hediye vereyim.
Sezen'den bir şarkı olsun. beni bana anlatsın...
içinde biraz "ben" koksun. bi' parça "ben" olsun...
benden bana hediyem olsun...
Bazen daha fazladır her şey
Bir eşikten atlar insan
Yüzüne bakmak istemez yaşamın
O kadar azalmıştır anlam
O zaman hemen git radyoyu aç bir şarkı tut
Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar
Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor
Bir şiirden bir sözden
Bir melodiden bir filmden
Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor
Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor
Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir